Kitap Arkası
24 Şubat 2022 Perşembe
Odise....Odysseia
Odise'nin kitap arkası, İlyada'dan epey sonra geldi. Araya büyük, insanları ve dünyadaki yaşamı çok etkileyen gelişmeler girdi, dünya sahnesine bir korona virüsü çıktı ve sürekli değişmeye başladı.
İlyada (1) için 2014'te bir kitap arkası yazısı yazdıktan sonra Odise'nin (2) öyküsüne başlamam epey uzun bir zaman almış. Bu arada altı yıl geçmiş. Dünya, kitaplar ve ben epey değişmiş olmalıyız. Ama sanırım edebiyat tarihinin ilk kitapları olduklarını söyleyebileceğimiz İlyada ve Odise, hâlâ oldukları yerlerde tüm bilgileri ve güzellikleriyle duruyorlar.
Azra Erhat Ocak 1970 tarihli önsözüne "İlyada bir olayın, Odysseia bir kişinin destanıdır" diye başlayarak, insanlığın ve sanatın tarihini bir cümlede özetliyor. İçinde bulunduğumuz yirmi birinci yüzyılda bile olaylar yaşamları belirlemeyi sürdürüyor. Bireysel özgürlüklerin değerinin anlaşılmış olması, bunların korunması ve geliştirilmesi için yeterli olmuyor. İnsanların birbirleriyle ve doğayla ilişkilerinde sağlıklı bir denge kurulamıyor. İlyada ve Odise'nin çatışmaları pek az değişmiş olarak aynı vahşetle günümüzde de sürüyor.
- ÖNSÖZ
- Önsöz: Odysseia'nın Kuruluşu
"Çağdaş okuyucu destan da demez Odysseia'ya, onu daha çok bir romana, bir filme benzetir" diyen Azra Erhat, beş ayrı destan parçasını Odysseia'nın Kuruluşu başlığı altında şöyle sıralamış:
"I. Telemakhia (Bölüm I'den Bölüm .IV'e)
II. Kalypso'nun adasında (Bölüm V)
III. Phaiakların ülkesinde (Bölüm VI'dan Bölüm IX'a)
IV. Odysseus'un serüvenleri (Bölüm IX'dan XII'ye)
V. İthake'de (Bölüm XIII'ten XXIV'e)"
Bu parçaların "asıl Odysseia destanı olan Odysseus'un serüvenlerini" "Odysseus'un kendisi anı olarak", diğerleriniyse "Odysseia'nın ozanı kimse o" anlatıyormuş. (2, 5)
İlk bölüm için "İlyada gibi Odysseia da bir seslenişle başlar" diyen Azra Erhat, kişileri ve olayları yirmi dört bölüm başlığı altında özetlemiş. (2, 6-12)
Sonra "Bu yoğun metin, bu karmaşık anlatım, ilk çağdan bu yana şaşırtmıştır bilginleri" diyerek Odise yolculuğuna başlamış.
"Destan içinde destan, masal içinde masal olduğuna göre, ozan içinde ozan da bulunabieceğini düşünmüştür bu bilginler."
"Sanatçının mantığı elbette ki bilginin mantığıyla kıyaslanmayacak derecede üstündür. Ne var ki, Odysseia'da gerçekten düşündürücü ve kuşku uyandırıcı parçalar ve dizeler vardır."
"Demodokos, Troya Savaşının anlı şanlı olaylarını anlatmakla Odysseus'u duygulandırır, ağlatır ve anılarının canlanmasına yol açarak Odysseia destanının dile gelmesini sağlar."
"Bu Demodokos öyle önemli bir tiptir ki, Homeros hakkında ne söylenmişse, hep Odysseia'daki bu ozan tipine bakarak uydurulmuştur: Kör oluşu, şölenlerde ezgi söyleyişi, birçok destan geleneklerini sürdürüp okuyuşu ve bir ozanlar okulu kurduğu söylentileri hep buradan gelmedir."
"Athene'nin her fırsatta yeryüzüne koşup Mentes, Mentor, bir kız ya da bir oğlan çocuk kılığına girmesi gibi, dokuz ya da bir tek peri olarak simgelenen Mousa da, Demokodos'un, Phemios'un, giderek Odysseus'un kılığına mı girdi? Tanrıça insan mı oluverdi? Esin denilen, artık insanın dışında bir dağın doruğundan değil de, kendi içinden mi gelmektedir?"
"Ozanlık, tanrıların armağanı, ama insanların içinde."
"Odysseia, tanrı-insan ikiliğini, bir gökte, bir yerde yansıtan bir destan değil, insan ağzından anlatılan ve insanın insan-üstü, insan dışı varlıklarla ilişkilerine yeni yeni anlam, imge ve simgeler arayan bir romandır."
"Odysseia göze görüneniyle film, kafaya değineniyle romandır." (2, 12-15)
-- Önsöz: Odysseia'nın İnsanları
"Odysseia'nın baş kahramanı, tek kahramanı Odysseus'a destanlarla verilen sıfatlar incelenmeye değer, çünkü kendine özgü nitelikleri vardır Odysseus'un."
"Nedir bu tanrı vergisi? Tanrılardan Zeus ile Athene'de görülen 'Metis', yani düşünme gücü ve akıldır; çare bulma, düzen kurma ....; bir de .... her derde sabırla katlanma, dayanma gücüdür."
"Odysseus cin fikirlidir, üstün zekâlıdır, gerektiği zaman yalan söylemesini, masal uydurmasını, elâlemi kandırmasını becerir ve en çetin güçlüklerin, en çetrefil durumların, en korkunç tehlikelerin içinden yağdan kıl çekercesine sıyrılmasını bilir."
"Odysseus'un aklı kötüye işlemez. İthake kralı, kurallara, törelere herkesten çok saygılıdır, yalan ve düzeni yalnız yerinde, olumsuz güçlere karşı kullanır, onun .... düşün yetisinde bugün akıl ve zekâ dediğimizden başka bir de bilinç kavramı vardır. .... serüven kahramanlarının değil, çağımızın büyük keşiflerine yol açan arayıcı, bulucu ve yaratıcı kafaların prototipi, ilk örneğidir."
"İlyada .... insana karşı insanın savaşı .... Odysseia .... insanın doğaya karşı savaşı .... Bu ölümsüz konuyu ilkin dile getiren en büyük insanlık destanıdır Odysseia."
"Tanrıça Athene'nin, düğününün yakın olduğunu sezinleterek yunaklara gönderdiği Nausikaa, Odysseus'a gönül vermiştir elbet, bir kral kızına yakışır cesaretle ve vakarla davranmasını sağlayan bu adamı, hele yıkanıp giyindikten sonra görünce, genç kızın hayran bakışlarında, çağdaş bir romancının anlatmakla bitiremeyeceği bir duygu fırtınası gelmektedir."
"Homeros -İlyada'da değil, yalnız Odisseia'da- uşağın da efendisini çizmesini bilmiştir: Eumaios, Eurykleia ve Odysseus'un daha birçok çobanı, uşağı da köledirler, ama efendi gibi saygı görürler, çünkü efendice davranırlar. Oysa taliplerin her biri birer efendidir, ama uşaktan daha aşağılık gösterir Homeros onları, akıl ve doğruluktan pay almamışlardır çünkü."
"Vefalı, akıllı, sabırlı, olgun kadın tipini simgeleyen ve böylece dillere destan olan Penelopeia, nasıl da Odysseus'un dişisi, onun tıpatıp eşi olarak canlandırılmaktadır! Son bölümlerde Odysseus'u tanımakta gösterdiği direnme ve kuşku, Telemakhos'u bile çileden çıkarır, 'taş yürekli' diye çatar anasına; ne var ki Odysseus bayılır karısının bu tutumuna, onun talipleri oyalayıp aldatmasını, armağanlarını önceden alıp onları başaramayacakları bir yarışmaya koşmasını övdükçe över içinden, çünkü Penelopeia tıpkı kendisinin davranacağı gibi davranır." (2, 16-18)
-- Önsöz: Masal ile Gerçek
"Masal ile gerçek arasındaki sınırı çizmek epey güçtür Odisseia'da. Ama neden efsane demiyoruz da masal diyoruz burada?"
"Odysseia .... tek bir kişinin öyküsü. İlyada'da tanrılar hem ön planda, hem üst plandadır. .... konutları .... gerçeküstü, gerçekdışı bir dünyadır. .... Ama Odysseia'da asıl rol alan başka tanrılardır: Kirke, Kalypso, İno, Proteus, Poseidaonoğlu Polyphemos, Seirenler, Skyllalar, Kharybdisler. Eylemi asıl yöneten onlardır."
"Bunların .... Olympos tanrılarıyla .... ilişkileri yoktur, .... Zeus'un buyruğunu kendisine ileten Hermeias'a şöyle der Kalypso: "Amma da kıskançsınız, tanrılar, yazık size! / Çok görürsünüz bir erkekle yatmasını bir tanrıçanın, / sevdiği bir erkeği koca diye almasını açıkça."
".... güzel belikli, yaman bir tanrıça olarak nitelendirilen Kirke, insan sesli bir büyücüdür; .... Odysseus'un kader ipliğini sanki o tutmaktadır elinde, .... kendi bildiklerinin daha ötesini öğrenmesi için de, dünyanın ucunda, Okeanos Irmağının kıyısındaki Ölüler Ülkesi'nde bilici Teiresias'ın, yani ölmüş bir insanın ruhuna başvurmasını o salık verir Odysseus'a."
-- Odysseus'un Mavi Yolculuğu
"Kimi adlar vardır, dile girer, ölümsüzleşir. Mausolos, nasıl anıtkabirlerin hepsine adını vermişse, Odysseus da aşılmaz, engellerle dolu, sonu gelmeyen yolculuklara vermiştir adını."
"Mavi yolculuk diyesim geliyor. Ne var ki, maviliği unutulmuştur bu yolculuğun, yalnız tüyler ürpertici korkunç tehlikeleri kalmıştır akılda."
"Bir İngiliz denizcisi, tıpkı Schliemann gibi Homeros'a inanmış bir adam, yedi yıl denizlerde küçük bir yelkenliyle dolaştı, Odysseus'un yolculuğunu bir daha yaşayacağım diye. .... Gelin, Ernle Bradford'la birlikte yaşayalım biz de Odysseus'un serüvenlerini."
-- Homeros'un Dünya Haritası
"İ.Ö. VIII-VI yüzyıllarında harita yoktu, coğrafya diye bir kavram da yoktu. Tuhaftır ki bu iki kavramı da Homeros denilen o koca ozan yarattı; Batı şiirini ve yazınını da yarattığı gibi."
"Fenikyelilerin İ.Ö. XII'nci yüzyıldan beri Batı Akdeniz'e uzandıkları, Sardinya ve Sicilya'da üsler, IX'uncu yüzyılda da Kuzey Afrika kıyılarında Kartaca'yı kurdukları bilinir. Bu denizci ve alışverişçi ulusun açtığı çığır, önce sözlü, sonra da yazılı geleneğe dökülerek 'periplous' denilen seyahatnamelerin oluşmasını sağlamıştır. İlk periplous yazarı, yani ilk coğrafyacı, .... Hekataios'tur, .... Homeros'tan birkaç yüzyıl sonra yaşadığı halde, dünya görüşünü gene Homeros'tan alır, yani o da dünyayı yuvarlak bir disk biçiminde tasarlar. Bu diski çepeçevre dolanan engin su akıntısı, Olympos tanrılarından önce yeryüzünde egemenliği ellerinde tutan tanrılardan Okeanos'tur."
"Herakles .... Okeanos'a açılan çifye kayalara varmış, orada .... dev Atlas'a rastlamış, korkunç yükünü .... alarak bir süre kendi kendi taşıyıp Atlas'ı Akşam Kızlarının Bahçesinde altın elmalar koparmaya göndermişti."
"Odysseia'da verilen güzergâh, yön, rüzgârlar, kıyılar ve limanlara değgin bilgilerin ne kadar tutarlı ve gerçekçi olduğunu belirten ve zamanımızın deniz haritaları ve gemici el kitaplarıyla karşılaştıran Bradford, Odysseia yazarının anlattığı yolculuğu kendisi yapmamış olduğu belliyse de, sözlü gelenek yoluyla elde ettiği bilgileri yerinde kullandığına inanmaktadır. .... İlkçağdan ve özellikle coğrafyacı Strabon'dan bu yana bilginler bu görüşü paylaşıp destanda sözü geçen yerleri haritalarda saptamaya çalışmışlardır. .... Victor Bérard, 'Les navigations d'Ulysse' .... Bradford .... .... Homeros .... sözlü geleneğin .... destan parçalarını .... toplayan, .... kahraman olarak .... cin fikirli Odysseus'u seçen kimsedir. .... .... Odysseia'nın verdiği somut bilgileri .... özetlemeye çalışalım."
-- Rüzgârlar
"Notos, Boreas, Euros ve Zephyros. .... Halikarnas Balıkçısına sorduk. .... Notos, bizde adını Lodos'a, Boreas da Poyraz'a vermiştir ama ikisi de 45 derece yer değiştirmiş oluyorlar. ...."
-- Odysseus'un Gemileri
"Troya'dan çıkışta 12 gemisi vardır Odysseus'un. Çift sıra kürekli ve yelkenli gemilerdir bunlar, sancak ve iskelede onar kürekten yirmi kürekçi çalışır bu gemilerde."
-- Odysseus'un Uğrakları
Kikonlar
"Troya'dan sonra ilk uğrak Kikonların İsmaros kentidir."
Ege'de Poyraz
"Kuzey'den gelen rüzgâr Odysseus'un filosunu güneye sürer."
Lotosyiyenler
"Lotos da nasıl bir yemiş, nasıl bir içkiyse, sılayı unutturur 'ekmek yiyen' Akhalara. Aman aman burada kalalım, rahat edelim de eksik olsun İthake, diye gözyaşı dökerek yalvarırlar Odysseus'a."
Kyklops Polyphemos
Odysseus'un üçüncü uğrağı tek gözlü devlerin (kykl-ops: yuvarlak göz) yemyeşil toprağıdır.
Aiolos'un Adası
"Homeros, Akdeniz'in ortasına kondurduğu rüzgârlar tanrısı Ailos'un adası için şöyle der:
'Yıkılmaz, tunçtan bir duvarla çevriliydi bu yüzen ada,
kent oturtulmuştu göğe yükdelen bir kayanın üzerine.'"
Laistrygonlar
"Bradford, nasıl bir rastlantıyla Korsika'nın Bonifacio Limanına girdiğini ve bu eşsiz limanın Odysseus'a belâ getiren liman olduğunu fotoğraflarla da kanıtlıyor."
Kirke
"Sardinya'nın tam karşısında, İtalya'nın Etrurya bölgesinde, dugün de Capo Circo diye anılan yer olsa gerek. Ama bu, ada değil de bir burun, eh Odysseus o kadarında yanılmış olabilir."
"Kirke, Anadolu'nun Ana Tanrıçası olmasın? .... Etrüskler Anadolu'dan İ.Ö. 700 yıllarında İtalya'ya göç etmişlerdir. Ana Tanrıça'yı onlar mı götürdü İtalya'ya ...."
Nekyia
"Odysseus'un yolculuğunda gerçekle ilgisi olmayan tek parça, Ölüler Ülkesine gidiştir. .... Nekyia, bildiğimiz Hades, yani yeraltı dünyası .... değildir. .... Nekyia'nın sonradan Vergilius, Dante ve daha birçok ozanın yapıtlarına örnek diye bir destan motifi açtığını belirtmekle yetinelim."
Seirenler
"Öykünün bundan sonrası gizemli bir hava içinde geçer. .... Seirenler, Skylla, Kharibdis sanki belli bir denizde, belli engeller değil de, hayat engininde her insanın karşılaşabileceği tehlikelerdir."
"Seirenleri, Salerno Körfezinde Galli Adalarına yerleştirmek yerinde olur. Kadın başlı, kuş gövdeli bu efsane yaratıkları, benzerleri Harpyalar gibi ölüm perileridir. .... Ne var ki, Harpyalar .... ölmüşlerin ruhlarını Hades'e taşımakla kalırlar, Seirenlerse ölüme aşkı da karıştırırlar. Bu aşk özlemini de sesleri, ezgileriyle dile getirirler."
Skylla ile Kharybdis
"'Kharybdis'ten Skylla'ya düşmek', yağmurdan kaçarken doluya tutulmak anlamına gelir frenkçede. Odysseia'daki bu öykünün ne kadar ün saldığı bu deyimden belli. .... Kirke, Odysseus'a dönüş için iki yol gösterip ikisi arasında seçim yapmasını söyler."
"Skylla kayasının dibinde bir .... mağaranın içinde yarı bele kadar gömülü, 12 ayaklı, 6 boyun ve 6 başlı bir canavar yaşar, başlarını mağaradan dışarı uzatıp geçen gemicileri yakalar .... Kirke, Kharybdis'te büsbütün yok olmaktansa, Skylla'da altı kurban vermesini öğütler Odysseus'a.
Kalypso
"Kalypso hem 'saklı tanrıça', hem Olympos tanrılarından önceki kuşaktan tanrı Atlas'ın kızı. .... Bradford, denizle çevrili Kalypso Adasının Malta olduğunu hem denizcilik hem de arkeoloji bakımından sapasağlam kanıtlıyor. Malta Müzesinde (steatopyg) geniş kalçalı Kybele figürinleri ve Ana Tanrıçanın hizmetinde bulunan Kabirlerin heykelcikleri görülür. .... Ana Tanrıçanın yeri, dünyanın göbeğidir; .... Odysseus, matriarkal bir düzenin egemenliğine girmiş demektir, .... Hacılardan çıkan heykelciklerde gördüğümüz gibi, tanrıçanın dolgun bedenine yapışık, bir araçtan başka bir şey olmayan bir erkek. .... Ayrıntılı olarak işlenmesi gereken bu konuda uyarılmayı, ...., Ernle Bradford gibi bir mavi yolcuya borçlu olduğumu belirtmek isterim.
Phaiakların Düzeni
Bilginlerin bazıları Phaiakları hayal saymışlar, bir çeşit ölüm gemicileri, kentlerinin ve yaşayışlarının düzeni de pek üstünde durmadıkları bir ütopya. Günah değil mi böyle kara düşünmek masmavi aydınlığın karşısında? Korfudur, Phaiakların Skherie Adası. ....
Saraylarının yapısına ve güzelliğine hayran kalır Odysseus. Hem mimar, hem denizcidir bu ulus, gemileri öyle sağlam yapılıdır ki aşamadıkları engin yoktur. .... Haksever, töreye saygılı, uygar ve demokratik bir düzendir toplum düzenleri. En başta kadına ve sanata saygılıdırlar. Barış içinde yaşarlar, günleri yarışmalar, horonlar ve hele tanrı tarafından esinli ozanları dinlemekle geçer. Özgür insanlardır bunlar; Alkinoos, eş haklarla toplumu yöneten danışmanlarını her fırsatta toplar, .... insanlar arasındaki ilişkilere yön veren, adı Erdem anlamına gelen bir kraliçedir. Hem ne güzeldir bu ilişkiler! Homeros burada Platon'dan çok önce ideal bir cumhuriyetin örneğini .... İthake'de de yansıtmak istemiş, ne var ki, yönetici baş .... olmadığından, İthake'nin düzeni bozulmuş, çıkarcıların, çapulcuların eline düşmüştür. Yoksa Euemaios, Eyrykleia, çobanlar ve bağcılar orada da insana saygılı, uyumlu bir düzenin özgür kişileridir. .... Odysseus'un .... mutluluğa özlemi .... insan aklıyla akıldışı düzensizlikleri yenmek gücü .... İthake'ye vardıktan sonra .... doğruluk üstüne kurulu düzeni yeniden kurmak ....
- ODYSSEİA
- Birinci Bölüm: Sesleniş - Tanrılar Toplantısı - Athene'nin Öğütleri - Şölen
Anlat bana, tanrıça, binbir düzenli yaman adamı,
kutsal Troya'yı yerle bir etmişti hani,
sonra sürünmüş durmuştu ordan oraya,
ne çok yerler görmüş, ne çok insan tanımıştı,
ne çok acı çekmişti denizlerde yüreği,
kurtarayım derken kendi canını,
yoldaşlarına dönüş yolunu açayım derken...
....
Al bir yerinden, tanrıça, anlat bize de.
Ölüm uçurumundan kurtulanlar kurtulmuştu,
savaştan ve denizden dönenler dönmüştü,
bir o kavuşamamıştı yurduna ve karısına,
oyuk mağaralarda alıkoymuştu onu Kalypso, yüce tanrıça,
yanıp tutuşuyordu, güçlü peri, kocası olsun diye o.
Yıllar birbiri ardından geldi ve geçti
ve tanrıların büktüğü kader ipliği
vardı İthake'ye, yurduna döneceği güne,
....
bir Poseiadon vardı ona acımayan,
çok içerliyordu tanrıya denk Odysseus'a,
....
.... Zeus'un sarayında toplanmışlardı,
.... Gök gözlü tanrıça Athene .... dedi ki:
"Baba, Kronosoğlu, tanrıların en güçlüsü,
....
.... akıllı Odysseus'a parçalanır yüreğim,
....
acı çeker durur sevdiklerinden uzakta,
sular ortasında bir adada, göbeğinde denizin.
Bol ağaçlı bir ada, içinde bir Peri,
kara yürekli, uğursuz Atlas'ın kızı,
....
İşte o Atlas'ın kızı alıkor zavallıyı,
büyüler onu, konuşur tatlı tatlı,
etmediğini komaz unutsun diye İthake'yi.
Oysa Odysseus yurdu için can atar,
tüter gözünde ocağının dumanı.
Dokunmaz mı yüreğine senin bunlar, Olypos'lu?
....
Bulutları devşiren Zeus karşılık verdi, dedi ki:
".... Hiç unutur muyum ben tanrısal Odysseus'u,
....
Ama yeri sarsan Poseiadon çok içerler ona,
....
Gök gözlü Athene karşılık verdi, dedi ki:
"Baba, Kronosoğlu, tanrıların en güçlüsü,
mutlu tanrıların şimdi isteği ne,
çok akıllı Odysseus'un evine dönmesi mi,
Hermeias ....
gitsin bi koşu Ogygie Adasına,
güzel örgülü Periye desin değişmez kararını senin,
sağlamaya baksın sabırlı Odysseus'un yurda dönmesini.
İthake'ye gideyim ben de, kışkırtayım oğlunu,
....
çağırsın toplantıya gür saçlı Akhalıları,
hadi kovun, desin, şu talipleri buradan,
....
en üstün güçlü tanrının kızıydı o.
Bir fırlayışta indi Olympos'un doruklarından,
tunç kargısı elinde, İthake'ye vardı,
buldu Odysseus'un evini, durdu anlu kapısının eşiğinde,
girmişti Taphosluların önderi Mentes'in kılığına,
gördü prada, avluda, azgın talipleri,
....
soylu babası tütüyordu gözünde Telemakhos'un,
Gök gözlü Athene karşılık verdi, dedi ki:
"....
Adım Mentes, övünürüm Ankhialos'un oğlu olmakla,
kralıyım küreksever Taphosluların.
....
geçtim yaban diller konuşan insanların arasından,
....
ışıldayan demir verip tunç alacağım.
Gemim kıyıda, kentten uzakta,
....
Geldim buraya, ama uzaktaymış baban,
tanrılar alıkoymuşlar yolundan onu.
Ama ölmedi Odysseus, yeryüzünde, sağ,
engin denizde, sular ortasında bir adada,
azgın, kaba adamlar tutar onu diri diri,
....
Odysseus'un oğlu musun, bu kadar büyüdün mü?
Yüzünle, gözlerinle çok benzersin ona,
...."
Akıllı Telemakhos karşılık verdi, dedi ki:
"Hiçbir şey saklamam senden, konuğum,
anama bakarsan, Odysseus'tan olmuşum,
doğrusu ben bilmem, kimse de bilmez babası kim?
....
Gök gözlü tanrıça Athene de ona dedi ki:
"Demek senin gibi bir oğul doğurmuş Penelopeia,
tanrılar düşünmüşler demek soyunuzun ününü.
....
bu şölen, bu kalabalık ne, nedir bunlar?
Düğün dernek mi var, yemekleriyle gelmemiş gibiler
nedir bu içip coşmalar senin evinde,
...."
Akıllı Telemakhos buna karşılık dedi ki:
"....
bu ev varlıklı, düzenliydi eskiden,
ama yiğit yurdundaydı o zaman,
....
Yırtıcı yeller alıp götürmüştür şimdi onu.
ne adı sanı kaldı, ne izi,
....
ne kadar sözü geçer adam varsa İthake'de,
hepsi talip anama, sömürürler varımı yoğumu.
...."
Türkü çağırıp duruyordu ünlü ozan,
.... söylüyordu Akhaların acıklı dönüşünü,
İkarios'un kızı akıllı Penelopeia dinliyordu üst katta,
....
Tanrısal kadın durdu taliplerin karşısında,
erkeklere ayrılan odanın eşiğinde tam,
....
Seslendi ağlaya ağlaya tanrısal ozana, dedi ki:
"Nice türküler bilirsin, Phemios, açar insanın içini,
....
yürek yakan bu acıklı türküyü bırak,
parça parça eder yüreğimi ...."
....
Akıllı Telemakhos döndü ona dedi ki:
"....
Ozana darılmamalı, dile getirdi diye Danaoların kaderini.
....
.... zorla yüreğini, onu dinle.
Bir Odysseus değil ki dönüş gününü yitiren,
daha nice yiğit öldü Troya'da.
Haydi evine git, bak işine gücüne,
git dokuma tezgâhına, ipliğine bak,
...."
Penelopeia şaşırdı ve döndü kendi katına,
Athena gözkapaklarına uyku dökünceye dek ağladı.
Geceyle örtülü sarayda talipler bağırıp çağırıyorlardı,
hepsi can atıyordu o kadınla yatağa uzanmaya.
Telemakhos aralarında söz aldı, dedi ki:
"İleri gidersiniz, ey anamın talipleri,
....
bir gün Zeus elbet ödetir size bunu,
topunuz zıbarır gidersiniz bu sarayın içinde,
....
krallığı armağan ederse Zeus bana, alırım.
....
Ama kral olabilecek daha bir sürü Akhalı var,
genci var, yaşlısı var denizle çevrili İthake'de,
Odysseus öldüyse kral olsun onlardan biri,
....
"
....
Karşılık verdi ona Eurymakhos, Polybos'un oğlu:
"İthake'de Akhalardan kimin kral olacağını
tanrılar bilir Telemakhos, tanrılar,
senin olsun nen varsa, senin olsun bu saray,
İthake'de insanlar ve halk yaşadıkça
senin malını zorla alamaz hiç kimse.
....
...."
- İkinci Bölüm: İthakelilerin Toplantısı - Telemakhos'un Yola Çıkışı
Erken doğan gül parmaklı Şafak görününce,
Odysseus'un sevgili oğlu yatağından kalktı,
....
Toplanınca teknil halk bir araya,
Telemakhos, elinde tunç kargısı, derneğe yürüdü,
Tekbaşına değildi, iki hızlı köpeği arkasındaydı.
Athene tanrısal bir güzellik saçmıştı üstüne.
....
Yol açtı ihtiyarlar, babasının tahtında otursun diye,
Sonra yiğit Aigyptios başladı söze:
....
Oğlu, savaşçı Antiphos, gitmişti tanrısal Odysseus'la
koca karınlı gemilerle, at yetiştiren Troya'ya ....,
yabani Klyklops öldürmüştü onu oyuk mağarasında,
....
Üç oğlu daha vardı Aigyptios'un
biri taliplerdendi, Eurynomos'tu adı,
....
...., Odysseus'un sevgili oğlu ....,
....
...., başladı söze, dedi ki:
"....
Yitirdim eski kralınızı, soylu babamı,
....
Ama şimdi daha da kötüsü geldi başıma:
....
Anamın aklında hiç evlenmek yokken,
bir sürü isteyen sardı çevresini onun,
....
Çekinirler dedem İkarios'un evine gitmekten,
....
Odysseus gibi bir erkek de yok ki yanımızda,
kovsun atsın bu belâyı yuvamızdan,
...."
.... Antinoos girişti söze, dedi ki:
"...., Telemakhos, şu öfkeni dizginle,
....
O senin düzenler kuran sevgili anacığın yok mu,
üç yıl oldu, dört yıl olacak nerdeyse,
...., açar umut kapılarını,
...., ama niyeti bambaşka,
....
arşın arşın bez dokuyordu habire,
bize de şöyle laf ediyordu arada bir:
-Delikanlılar, maden tanrısal Odysseus öldü,
içinizden birine varacağım elbette,
ama ne olur, bekleyin bir parça daha,
bitsin şu dokuma, boşa gitmesin bunca iplik,
....
-eski kadınlarımızda duyulmadı böylesi akıl,
güzel örgülü o eski Akhalardan
ne Tyro, ne Alkmene, ne de güzel çelenkli Mykene
bilmiş değillerdi Penelopeia kadar-,
....
Şunu bil ki, bir Akhalıya varmadıkça anan
biz ne işimize döneriz, ne başka yere."
....
Gür sesli Zeus saldı iki kartal,
....
Bu belirtileri kim gördüyse titredi tepeden tırnağa,
nasıl olacaktı kimbilir bu işin sonu.
Söz aldı yaşlı yiğit Halitherses, Mastor'un oğlu,
kuş falıyla geleceği görmede üstüne yoktu,
....
"Dinleyin beni, İthakeliler, diyeceğim var:"
....
"Odysseus uzun zaman uzak kalmayacak sevdiklerinden,
...."
Buna karşı, Eurymakhos, Polybos'un oğlu, dedi ki:
"Çek git evine, ihtiyar, çek git hadi,
....
ben senden üstün falcıyım bu işte.
....
Odysseus çok uzaklarda öldü gitti,
...."
Mentor, Odysseus'un kusursuz arkadaşı, kalktı ayağa,
....
"....
Ben sizi ayıplarım asıl, İthake halkı,
yola getirmek için şu bir avuç adamı
bir tek laf söylemezsiniz, bir tek,
oysa siz çok kalabalıksınız onlardan."
Telemakhos gitti deniz kıyısına doğru,
.... yakardı Athene'ye:
"Dün evime gelen tanrıça, dinle beni,
sen değil miydin sisli denizlere açıl diyen,
....
Akhalar .... engel oluyor, ....,
o adamlar kötüye kullanıyor güçlerini."
Böyle yakardı, Athene de yanına geldi,
boyu bosu ve sesiyle Mentor'a benzemişti,
kanatlı sözlerle seslendi ona, dedi ki:
"....
senin yolculuğun ..., Telemakhos, başarılı olacak.
Odysseus'la Penelopeia'nın oğlu olmasaydın
pek ummazdım başaracağını bu işi."
.... Telemakhos inmişti bile
babasının yüksek tavanlı hazine odasın.
Bu geniş odada altın, bakır yığılıydı külçe külçe,
sandık sandık kumaşlar, mis gibi zeytinyağları,
yıllanmış, bal gibi tatlı şarap dolu küpler
duvarlara dayalı duruyordu sura sıra,
....
bir kâhya kadın beklerdi orda gece gündüz,
....
Euryklia'ydı o, Peiseneroğlu Ops'un kızı.
Telemakhos çağırdı onu odaya, dedi ki:
"....
sımsıkı kapa ağzını bütün testilerin,
sağlam dikişli tulumlara un dök,
....
Senden başka kimse bilmesin bunu.
....
Sparta'ya, kumsal Pylos'a gitmeyi kafama koydum,
sevgili babam dönecek mi, dönmeyecek mi, anlayayım."
- Üçüncü Bölüm: Pylos'ta
Güneş güzelim gölün içinden çıktı,
tunca boyalı gökte ışıdı ölümsüzlere,
bereketli toprak üstünde ölümlülere ışıdı,
Onlar da vardılar Pylos'a,
Neleus'un sağlam duvarlı kentine.
....
Yiyip içtikten sonra doyasıya,
at yetiştiren yaşlı Nestor dile geldi,dedi ki:
"....
Konuklarım, siz kimsiniz?
Deniz yoluyla bu geliş nereden?
...."
Akıllı Telemakhos gözünü kırpmadan karşılık verdi,
....
"....
Neion Dağının eteklerinden geliriz, İthake'den,
....
düşmüşüm ünü yaygın babamın ardına,
....
Siz Akhalar, bir sürü dert içindeyken,
soylu Odysseus, benim babam, Troya ilinde,
sözünün eri olduysa, yaradıysa işinize,
getir onları gözünün önüne, bana gerçeği söyle."
At sürücüsü yaşlı Nestor karşılık verdi,dedi ki:
"....
koca kral Priamos'un kenti önünde savaşırken
neler çektik bilemezsin ey dost,
en yiğit adamlarımız öldü orada,
Ares'e benzer Aias orada yatar, Akhilleus orada,
düşüncesi tanrıya denk Patroklos orada,
orada yatar güçlü Antilokhos,
gözünü budaktan esirgemez sevgili oğlum, yiğitim,
....
Akıldan yana kimse boy ölçüşemezdi Odysseus'la,
....
Zeus dert dolu bir dönüş tasarladı bize,
....
Menelaos diyordu ki tekmil Akhalara:
Dönmeye bakın sırtında engin denizin.
Oysa Agamemnon hoşlanmadı bu konuşmadan,
halkı orada alakoymaktı niyeti onun.
....
Gitmem de gitmem, diyordu halkın yarısı,
kaldılar erlerin güdücüsü Atreusoğlu Agamemnon'la.
Öbür yarımız gemilere binip açıldık,
kuşlar gibi uçup gidiyordu gemiler,
tanrı dümdüz etmişti koca engini.
Tenedos'a varınca kurbanlar kestik tanrılara,
....
İki kıvrımlı gemilerini geri döndürenler oldu,
akıllı ve kurbaz Odysseus vardı bunların başında,
....
Sana ben şimdi, kalk Menelaos'a git derim,
odur aramızda yaban elden en son dönen,
....
- Dördüncü Bölüm: Lakedaimon'da
Sarışın Menelaos ....,
.... kanatlı sözler söyledi ....
"Sekiz yıl dolaştım denizlerde gemilerimle,
sürüldüm Kıbrıs'a, Finike'ye, Mısır'a,
vardım Habeşistan'a, Sidon'a, Arap iline,
kuzuları boynuzlu doğan Libya'ya vardım,
ağası da, çobanı da yoksun değil orda
taze peynirden, etten, sütten,
....
Dolaşıp bol bol mal toplarken ben oralarda
öteki burda öldürüyordu kardeşimi benim,
....
Odysseus'a yandığım kadar yanmam hiçbirine.
....
Akhalardan hiçbiri çekmedi onun gibi,
....
sağ mı, öldü mü, kimse bilmez,
yaşlı babası Laertes gözyaşı döker boyuna,
uslu akıllı karısı Penelopeia gözyaşı döker,
bir de ufacık Telemakhos'u var,
evinde bıraktığı yavrucağı."
Helene ....
.... kocasına sordu bir bir:
"Söylesene Menelaos, Zeus'un beslediği,
söylesene kim bunlar?
....
olsa olsa Telemakhos'tur bu çocuk,
ulu yürekli Odysseus'un oğlu,
giderken memede bırakmıştı onu,
benim uğruma gitmişti Akhalar Troya'ya,
....
O sıra Zeus'un kızı Helene birşeyler tasarladı,
bir ilaç attı içtikleri şaraba,
yası, öfkeyi dindiren bir ilaçtı bu,
tekmil acıları unutturan bir ilaçtı.
....
Helene ....
.... söz aldı gene, ....
".... Odysseus
....
yara bere içinde komuştu bedenini,
yırtık pırtık bir şey atmıştı sırtına,
bir uşak olup çıkıvermişti,
düşman kentinin geniş sokaklarına işte böyle girdi o,
Akha gemilerindeki Odysseus nerde, o nerdeydi,
bir dilenci sanırdı onu gören.
İşte böyle girdi Troyalıların iline,
aldandı kentin bütün insanları,
bir ben tanıdım onu, anladım kim.
....
aldım onu bir güzel yıkadım,
zeytinyağıyla oğup üstünü giydirdim,
....
ne diye bu çılgınlıkları yapmıştım sanki, ne diye,
Aphrodite çelmişti aklımı, oralara götürmüştü beni,
....
Sarışın Menelaos'un canı çok sıkıldı, dedi ki:
"....
"Artık Mısır'dan bir dönebilsem diyordum,
ama tanrılar tutuyordu beni orda
....
Deniz ihtiyarı güçlü Proteus'un bir kızı vardır,
Eidothoe'dir bu kızın adı,
....
-Diyeyim sana her şeyi dosdoğru,
....
yalan bilmez bir deniz ihtiyarı.
Mısırlı Proteus derler bu ölümsüze,
bilir denizin tekmil girdisini çıktısını,
Poseidaon'un kullarındandır o.
Benim babammış, ondan doğmuşum ben.
Tunç zırhlı Akha önderlerinden ikisi,
yalnız ikisi öldü sılaya kavuşmadan.
....
Üçüncü önder sağ, ama engin denizin öbür ucunda.
Aias öldü, uzun kürekli gemileri de battı.
....
Aigisthos ....
....
.... atları arabalarıyla gitti karşılamaya
halkların güdücüsünü, Agamemnon'u.
....
Habersizce sürükledi onu ölüme,
....
-Laertes'in oğlunu sorarsın bana,
yurdu İthake'de olan adamı.
Durmadan gözyaşı döker gördüm onu bir adada,
Tanrıça Kalypso'nun evindeydi,
....
Böyle konuşurken onlar birbirleriyle,
davetliler tanrısal kralın sarayına geliyordu,
koyunlarla, güç veren şarapla birlikte,
güzel yaşmaklı karılarnın gönderdiği ekmeklerle.
....
öte yanda, Odysseus'un sarayında talipler,
diskler, kargılar atıp eğleniyordu,
taş döşeli büyük avluda,
öteden beri şımardıkları yerde.
Antinoos'la tanrıya denk Eurymakhos oturmuşlardı,
taliplerin başta gelenleriydiler, güçte en üstünleri.
Noemon yaklaştı onlara, Phronios'un oğlu,
seslendi Antinoos'a, şöyle dedi:
"Söyle, Antinoos, var mı haberin, yok mu,
Ne zaman dönecek Telemakhos kumsal Pylos'tan?
...."
Penelopia ....
öğrendi taliplerin gizlice kurduğu düzeni;
haberci Medon geldi bunu söyledi ona,
Uslu akıllı Medon ....
"Keskin kılıçla öldürecekler yurduna dönerken Telemakhos'u.
Babasından haber almak için kutsal Pylos'a gitti o,
sonra da tanrısal Lakedaimon'a gitti."
....
Penelopia ....
"Olympos tanrısı bana öyle acılar verir ki,
.... hiçbir kadına vermedi böylesini.
Önce soylu, aslan yürekli kocamdan olduydum,
Danaoları her türlü erdemde geçen bir kocaydı o,
ünü Argos'a, Hellas'a yayılmış bir yiğitti!
Sevgili oğlumu aldı götürdü kasırgalar şimdi de,
....
Gitsin bir koşucu, çağırsın İhtiyar Dolios'u,
buraya gelirken babam vermişti onu yanıma,
bağıma bahçeme bakıyor şimdi o benim,
çabuk gitsin anlatsın Laertes'e her şeyi,
...."
Derken sadık dadı Eurykleia söze karıştı, dedi ki:
"....
.... sana her şeyi dosdoğru diyeceğim:
Biliyordum bütün olanı biteni,
istediği şeyleri de ben verdim ona,
tatlı şarabını verdim, ekmeğini.
....
Haydi git ....
....
yakar Athene'ye, Kalkanlı Zeus'un kızına,
bir o kurtarabilir ölümden oğlunu.
...."
.... gölgeli konakta talipler bağrışıyordu.
....
.... Antinoos ....
"....
Haydi gidelim gerçekleştirelim sessizce
onayladığımız kararı hep birden."
....
Uslu akıllı Penelopeia aç karnına yatmıştı üst katta,
....
Uyuyordu başı arkaya dayalı,
....
O sıra birşeyler düşündü gök gözlü Athene:
Bir görüntü yaptı, benzetti bedenini ....
.... İkarios'un kızı İphtime'nin tıpkısına,
Eumelos'la evli, Pherai'de oturan bir kadındı o.
Tanrısal Odysseus'un evine gönderdi Athene onu,
....
"Uyur musun, Penelopeia, kaygılar içinde bir yürekle?
Mutlu tanrılar razı değil senin ağlamana, üzülmene,
dönecek oğlun yolculuktan sağ salim,
...."
Silik gölge ....
.... kapı mandalından dışarı süzüldü,
....
İkarios'un kızı da uyandı uykusundan,
Taliplerse, gemilerle denize açılmışlardı,
nasıl düşüreceğiz diye düşüne düşüne
Telemakhos'u ölüm uçurumuna.
Bir ada ....
İthake'yle kayalık Same adaları ortasında,
ufacıktır, Asteris'tir adı,
....
İşte Akhalar orda yattılar pusuya.
- Beşinci Bölüm: Kalypso'nun Mağarası / Odysseus'un Salı
Şafak yatağından kalkmış, ayrılmıştı şanlı Tithanos'un yanından,
ışıpı götürsün diye ölümlülerle ölümsüzlere.
Kalypso içerde türkü çağırıyordu güzel sesiyle,
kumaş dokuyordu altın mekikle tezgâhına gide gele.
....
"Altın değnekli Hermeias, ne diye geldin bana?
...."
Yedi içti Argos'u öldüren kılavuz tanrı.
....
"Neden geldin diye sorarsın, tanrıça,
....
Kendim istemedim, buraya gelmemi bana Zeus buyurdu,
....
.... bir yiğit varmış senin yanında,
en kara talihlisi Priamos'un kenti uğruna savaşanların,
dokuz yıl savaşmışlardı da hani,
yıkmışlardı kenti onuncu yılda,
....
İşte Zeus çarçabuk geri göndermeni buyurdu o adamı,
....
geri dönmektir kaderi onun
bir daha görmek sevdiklerini, yüksek çatılı evini."
.... Kalypso, yüce tanrıça,
dile geldi kanatlı sözler söyledi:
"Amma da kıskançsınız, tanrılar, yazık size!
Çok görürsünüz bir erkekle yatmasını bir tanrıçanın,
....
Güzel örgülü Demeter de gönül vermişti İasion'a,
sarmaş dolaş olmuştu ikisi sevgiyle,
yatmışlardı üç kez sürülmüş bir tarlada,
ama Zeus ossaat aldıydu bu haberi,
erkeği tepelediydi, göz kamaştıran yıldırımla."
....
"Öylece gönder onu, Zeus'un öfkesinden sakın,"
....
.... Yüce Nymphe de gitti ulu yürekli Odysseus'u bulmaya,
....
Kıyıda oturur buldu onu,
....
Nymphe'den hoşlanmıyordu artık o,
isteksiz uzanıyordu geceleri mağarada onun yanına.
....
.... Poseidaon o ara
gördü onu Solymos Dağı tepesinden,
....
"Odysseus için verilmiş kararı tanrılar
ben Yanıkyüzlülerdeyken değiştirdiler demek!
Phaiakların toprağına yanaşacak neredeyse,
orada kurtulacak başına gelen belalardan.
Ama ben daha bir sürü bela getirebilirim onun başına."
....
.... Athene, Zeus'un kızı, buldu başka çare,
.... Boreas'ı estirdi, kırdı dalgaları,
Zeus'tan doğma Odysseus kavuşana dek
usta kürekçi Phaiakların iline,
....
....
"çok çektim, geldim sonunda sana,
kapandım dizlerine, acı bana ne olur,
ocağına düştüm, sığındım akıntına."
Böyle dedi, ırmak da akışını durduruverdi,
....
kurtardı Odysseus'u, çekti aldı yatağına.
iki zeytin ağacı vardı orada,
biri yabaniydi, biri aşılı,
....
öylesine sımsıkıydı yapraklar,
öylesine sarmaş dolaş.
Odysseus giriverdi bu ağaçların altına,
elleriyle bir döşek serdi kendisine,
....
Athene döktü uykuyu gözlerine,
....
- Altıncı Bölüm: Odysseus'un Phaiak iline Gelişi
Çok çekmiş tanrısal Odysseus böyle uyurken,
yorgunlukla uyku alt etmişken onu,
Athene gitti Phaiakların yurduna, kentine.
Eskiden Phaiaklar engin Hyperia'da otururdu,
güçte üstün zorba tepegözlere yakın,
....
düşünceleri tanrılardan gelen Alkinoos kraldı şimdi.
....
bir kız yatıyordu orada,
boyu posu, görüntüsü tanrılara denk,
Nausika'ydı bu, ulu yürekli Alkinoos'un kızı
....
Tanrıça, kızın yatağına yel gibi vardı,
benzemişti gemileriyle ün salmış Dymas'ın kızına,
....
Gök gözlü Athene bu kılıkla seslendi ona, dedi ki:
....
"....
hazırlık yapmalısın düğüne,
güzelce giyinip kuşanmalısın,"
Vardılar ırmağın gürül gürül akan sularına,
....
kaynaklardan buz gibi su fışkırıyordu,
en kirli çamaşırı yıkayacak kadar bol.
....
Kızlar bastılar çığlığı bir ağızdan,
tanrısal Odysseus uyanıp doğruldu,
....
"Çığrışan kızlar sarmış dört yanımı,
dağların sivri doruklarındaki Nympheler mi bunlar,
"Senin gibi bir insan görmedi gözlerim daha,
ne erkeklerden, ne kadınlardan."
tanrısal Odysseus da yıkadı bedenini suyun köpüğünde,
....
Giyindi kızoğlankız Nausika'nın verdiği şeyleri,
Zeus'tan doğma Tanrıça Athene
daha iri, daha kocaman görünmesini sağladı,
....
"Hadi kalk, yabancı, kente gidelim,
götüreyim seni babamın evine,
akıldan yana üstün bir adamdır o,
Phaiakların en ileri gelenlerini görürsün orada.
....
Phaiaklar uğraşmaz oklar ve yaylarla,
seren, kürek, dengeli gemiler yapmaktır onların işi gücü,
....
Bak, yabancı, noksansız yaparsan benim dediğimi,
dönüşünü çabucak sağlayabilir babam."
Athene'nin kutsal korusuna vardılar gün batınca,
tanrısal Odysseus kaldı orada,
başladı ulu Zeus'un kızına yakarmaya:
"....
Şimdi Phaiaklar beni dostça karşılasınlar, bırak,
...."
Poseidaon çok içerliyordu tanrıya denk Odysseus'a
....
- Yedinci Bölüm: Odysseus Alkinoos'un Sarayında
Eurymedousa, Epiroslu ihtiyar.
Epiros'tan iki kıvrımlı gemi getirmişti onu ta eskiden,
....
Sarayda bu kadın büyütmüştü ak kollu Nausikaa'yı,
....
.... Athene ....
küçük bir kız kılığında, elinde bir testi,
durdu önünde tanrısal Odysseus'un,
tanrısal Odysseus da ona sordu:
"Yavrum, beni Alkinoos'un konağına götürür müsün?
Kralıymış o adam bura insanlarının."
....
"Gel konuk baba, göstereyim sana aradığın evi,
çok yakın benim kusursuz babamın evine.
....
iyi karşılanmaz burada yabancılar,
....
gemiler kanat kadar, düşünce kadar hızlıdırlar."
....
.... kraliçenin ....
.... adı Arete'dir, ....
....
hiçbir kadın böyle sayılmadı yeryüzünde,
....
halk da bir tanrıça gibi baktı ona,
....
çok akıllıydı, iyi yürekliydi de ondan,
yatıştırırdı bütün kavgalarını erkeklerin.
....
.... ak kollu Arete ....
tanımıştı Odysseus'un sırtındaki gömlekle abayı,
....
"Kimsin sen? Hangi insan soyundan? Bu rubaları kim verdi sana?"
Çok akıllı Odysseus karşılık verdi, dedi ki:
".... öğrenmek istediğini anlatacağım sana:
Ogygie adlı bir ada var, ta uzakta, denizin ortasında,
Atlas'ın kurnaz kızı oturur orada, Kalypso,
güzel belikli, korkunç bir tanrıça, (http://www.dildernegi.org.tr/TR,274/turkce-sozluk-ara-bul.html belikli öna. İnce ince saç örgüsü olan: “On beş yaşında da kırk beş belikli / Bir kız bana emmi dedi neyleyim.” -Karacaoğlan.)
....
Ak yıldırımıyla zeus parçaladıydı tez giden gemimi,
....
tanrılar Ogygie Adasına attılar beni
....
.... Kalypso ....
aldı beni, candan baktı bana, sevdi, besledi,
seni ölümsüz kılayım, derdi, hiç yaşlanmayasın,
....
Yıllar döne döne geçti, geldi çattı sekizinci yıl,
buyurdu tanrıça, hadi çık yola, dedi, yurduna dön,
....
ekli tahtalardan bir salla yolladı beni,
....
Gittim on yedi gün tam salımla denizlerde,
göründü on sekizinci gün toprağınızın gölgeli dağları,
....
....
attım kendimi kıyıya yarı baygın,
....
Uyudum bütün gece, şafaktan günün ortasına dek,
....
Varırken gün ikindiye, uyandım tatlı uykudan,
kızının hizmetçileri top oynarlar baktım kıyıda,
kızın da ortalarındaydı, tıpkı bir tanrıça.
Gittim yalvardım ona, ....
....
Bana bol ekmek verdi, kızıl şarap verdi,
yıkattı ırmakta, giydirdi şu gördüğün giysileri."
....
.... Alkinoos .... dedi ki:
"Ey konuğum, ....
....
.... keşke Zeus baba, Athene, Apollon nasip etse
senin gibi düşünen soylu bir erkek,
alsın benim kızımı, damat olsun bana,
burada kalırdın, sana bir ev verirdin,
üstelik mal mülk verirdim bir sürü,
....
Onlar konuşurlarken böyle birbirleriyle
ak kollu Arete hizmetçilerine buyurdu,
avluya bir sedir koyun, dedi,
....
Çok çekmiş tanrısal Odysseus yattı uyudu,
orada, oymalı sedirde, yankılı avluda.
Alkinoos da gitmiş yüksek konağın öbür ucunda yatmıştı,
karısı hazırlamıştı onun döşeğini orada.
- Sekizinci Bölüm: Odyseus'un Onuruna Şenlik
....
Haberci de geldi, değerli ozan vardı yanında,
Mousa çok severdi bu ozanı,
ona hem iyi şey vermişti, hem kötü şey:
Gözlerinden yoksun etmişti onu,
ama tatlı ezgiyi bağışlamıştı ona.
....
Yiyip içildikten sonra doyasıya,
Mousa, haydi dedi ozana, ünlü yiğitleri an,
beğen beğendiğini ünleri göklere çıkmış destanlar arasından.
Odysseus'la Akhilleus'un kavgasını söyledi o da,
tanrıların parlak şöleninde bir vakitler nasıl kavga etmişlerdi,
....
Agamemnon da sevinmişti yüreğinde, insanların önderi,
Akhaların en yiğitleri birbirlerine düşsünler diye.
....
Büyük Zeus'un buyruğuyla o zaman başladıydı dönmeye
Troyalılarla Danaolar için yıkım çemberi.
Çok ünlü ozan bu destanları anlatıyordu işte,
Odysseus da o sıra güçlü elleriyle kaldırıp harmanisini
başının üstüne çekmiş, örtmüştü güzel yüzünü,
utanıyordy Phaiaklardan, ....
....
.... Alkinoos ....
.... usta kürekçi Phaiaklara seslendi, dedi ki:
"....
parlak şölene yakışan çalgıdan hoş ettik gönlümüzü,
gidelim yarışmalarda kendimizi deneyelim şimdi,
konuğumuz isterim yurduna döndüğünde
anlatsın üstün olduğumuzu oyunlarda,
...."
....
Laodamas, Alkinoos'un yiğit oğlu.
....
".... soralım konuğumuza,
bildiği, usta olduğu bir oyun var mı?
...."
....
Çok akıllı Odysseus ....:
"Hal mi kaldı bende oyunu düşünecek?
...."
Euryalos, ....
"Oyunlara yatkın değil senin elin, besbelli,
....
aklın fikrin yüklediğin mallardaydı herhal,"
Çok akıllı Odysseus ....:
"....
Tanrılar vermez insana bütün güzel, iyi şeyleri,
boy pos ve akıl ve söz ustalığı toplanmaz bir adamda.
....
Sen de öylesin işte, bir tanrı gibi güzel,
akıldan yanaysa, fukara mı fukara.
...."
"
....
Gidin, alın biriniz Demokodos'un ince sesli sazını.
Bizim sarayda kaldı o, haydi çabuk!"
Tanrıya denk Alkinoos böyle dedi, haberci de kalktı,
oyuk karınlı sazı getirmeye gitti kralın evinden.
....
.... geldi, verdi sazı Demokodos'a,
ozan sazını alıp geçti ortaya,
horada usta gencecik delikanlılar dizildiler çevresine,
başladılar tanrısal toprağa ayaklarıyla vurmaya,
bakakaldı Odysseus, şaştı gönlünde,
ışıl ışıl dönen ayaklarına delikanlıların.
Demokodos, elinde sazı, güzel bir ezgiye koyuldu,
Ares'le güzel belikli Aphrodite'nin sevgileri üstüne,
....
Ares bol armağanlar vermişti nasıl,
ve nasıl kirletmişti yatağını Kral Hephaistos'un.
Güneş de ossaat yetiştirmişti ona bunu,
....
(
Aphrodite, babası yaygın güçlü Kronosoğlu'nun yanından
yeni gelmiş, tam oturacakken,
girdi yanına Ares, aldı elini, konuştu, diller döktü:
-Yatalım sevgilim gel, sevişelim doyasıya,
Hephaistos burada yok, yola çıktı,
Lemnos'a gidiyor, kaba konuşan Sintililere.-
Böyle dedi, yatmayı tanrıçanın da içi çekti,
ama uzanır uzanmaz yatağa, sardı onları
çok akıllı Hephaistos'un ustaca yaptığı demir ağ.
Ne kollarını kıpırdatabiliyorlardı şimdi, ne bacaklarını,
....
Derken çok ünlü topal geldi yanlarına,
....
-Zeus baba ve hep var olan öbür mutlu tanrılar,
....
Zeus'un kızı Aphrodite hor gördü beni,
topalım diye hor gördü, sevdi Ares'i,
....
Bakın şunlara, nasıl yatmış sevişirler benim yatağımda!
....
Böyle dedi, toplandı tanrılar tunç evin önünde,
yeri sarsan Poseidaon da geldi, koşucu Hermeias da,
ok atan Kral Apollon da geldi,
ama bütün dişi tanrıçalar utandı, evde kaldı.
.... Poseidaon ....:
-Kurtulunca Ares bu zordan, Hephaistos,
kaçıp gitse bile, ben ben öderim borcunu.-
Çok ünlü topal ....:
-Yakışık almaz yabana atmak senin sözünü!-
Güçlü tanrı böyle dedi, ağı çözdü,
....
Ares yol aldı Trakyaya doğru,
gülümser Aphrodite de Kıbrıs'a gitti, Paphos'a,
....
Üç Güzeller yıkadılar orda onu
....
Çok ünlü ozan bunları söylüyordu işte,
Odysseus'un bir hoş oluyordu yüreği,
usta gemici Phaiakların da yüreği bir hoş oluyordu.
....
.... Alkinoos, ....
.... seslendi kürekleri seven Phaiaklara:
"....
çok akıllı bir adam görünür bana konuğumuz,
haydi konukluk armağanları verelim ona töremizce,
bu halkın arasında siz on iki sivrilmiş kralsınız,
hepiniz başına buyruk, özgürsünüz,
bense on üçüncü kralım içinizde,
her biriniz iyi yıkanmış bir gömlek verin, bir de ....
....
....
Sağlam yapılı kapının aralığından Nausikaa dikildi karşısına,
göz göze geldi Odysseus'la, öylece ona baktı,
....
"....
baba toprağına döndüğünde unutma, an beni,
sen ilkin bana borçlusun kurtuluşunu."
Çok akıllı Odysseus .... dedi ki:
"Ulu yürekli Alkinoos'un kızı, Nausikaa,
Zeus, Here'nin uzaktan gürleyen kocası, eğer isterse,
döneceksem ben yurduma, ....
bir tanrı gibi bakacağım sana orada,
...."
....
çok akıllı Odysseus, Demodokos'a şöyle dedi:
"Daha çok sayarım, Demodokos, seni tekmil ölümlülerden,
Sanatını ya Mousa öğretti sana, ya da Apollon.
Ne güzel söyledin Akhaların destanını, olduğu gibi,
....
şu tahta at olayını anlat şimdi bize,
...."
....
Odysseus böyle dedi, ozan da tanrıdan hız aldı
ve kalkıp başladı şiirini dokumaya,
....
Troyalılar kendileri çekmişlerdi atı Akropolis'e,
....
konuşup tartışıyorlardı soluk almadan,
üç yol vardı bir türlü karar veremedikleri:
....
- Dokuzuncu Bölüm: Odysseus Anlatır: Kikonlar - Lotosyiyenler - Tepegözler
.... Odysseus .... dedi ki:
"Yüce Alkinoos, bu koca halkın seçkin kralı,
ne güzel şeydir dinlemek bir ozanı,
hele sesi bu ozan gibi tanrılara denkse,
bundan daha güzel başka ne var yeryüzünde,
az şey mi barış içinde yaşaması bütün halkın,
evlerde şölen yapıp ozanı dinlemesi,
....
Laertes'in oğlu Odysseus'um ben,
....
Otururum uzaktan görünen İthake'de,
çünkü kocaman bir dağ vardır üstündei
yaprakları hışırdayan Neritos dağı,
sarmıştır çevresini bir sürü ada,
....
.... gelin anlatayım size Troya dönüşünü,
anlatayım Zeus'un ne belâlar yağdırdığını başıma.
İlyon'dan çıkarken bir rüzgâr aldı beni,
götürdü attı beni İsmasor'a, Kikonların kentine,
....
Kikonlar ağır basıp Akhalara boyun eğdirdiler.
....
Engine açıldık yeniden, gene yüreğimiz acı dolu.
Vardık töre bilmez, azgın tepegözlerin iline,
....
toprak ekilmeden, işlenmeden verir onlara her şeyi,
....
Bir burun ...., .... dibinde bir mağara,
denize açılan yüksek bir mağaraydı bu,
Ağıldı burası koyun ve keçi sürülerine,
avlusu çevriliydi dikili taşlarla
ve uzun gövdeli çamlarla ve gür yapraklı meşelerle.
İnsan azmanı bir dev otururdu bu mağarada,
bir başına, herkesten uzak, sürülerini güderdi,
....
ve seçtim en yiğitlerden on iki kişi,
dolu bir tulum şarapla koyuldum yola,
Maron vermişti bana o tatlı, siyah şarabı,
İsmaros'u koruyan, Apollon'un duacısı, Euanthes'in oğlu.
Hemen vardık mağaraya, ama bulamadık içeride onu,
semiz davarlarını götürmüştü otlağa.
....
peynir aldık yedik ve oturduk dönmesini bekledik,
birden çıkageldi, bir kucak dolusu kuru dalla,
Ateş yakacaktı pişirmek için akşam yemeğini,
....
Sonra kaldırdı kocaman bir kayayı,
dikti onu mağazanın ağzına, kapattı ağzı,
....
Aşılmaz bir engelle işte böyle kapattı mağarayı o.
....
.... ateş yaktı,
işte tam o sıra, gördü bizi ve sordu:
-Kimsiniz yabancılar, nereden geldiniz buraya?
....
.... karşılık verdim ben ona, şöyle dedim:
-Biz Troya'dan dönen Akhalarız, yitirdik yolumuzu,
....
.... Atreusoğlu Agamemnon'un halkından olmakla övünürüz,
....
Say tanrıları,kork onlardan, ey güçlü adam,
sığındık sana, yalvarırız bak işte,
konukseverdir Zeus, korur yalvarıcıyı, konuğu.
yoldaşlık eder, buyurur, saygı gösterilsin ona der.-
Ben böyle dedim, ossaat karşılık verdi o, amansız, kaskatı:
-Sen ya bir budalasın, ey yabancı,
geliyor olmalısın ya da çok uzaklardan,
kork diyorsun bana tanrılardan, say onları,
ne kalkanlı Zeus'a aldırış eder Tepegözler,
ne de öbür tanrılara aldırış eder,
çok daha güçlüyüz biz onlardan.
....
....
başladı haykıra haykıra komşusu Tepegözleri çağırmaya,
mağaralarda otururdu onlar, rüzgârlı tepelerde.
Duydular sesini ve koşup geldiler dörtbir yandan,
dikilip mağaranın çevresine, sordular başına geleni:
-Ne oldu sana böyle, Polyphemos, ne bağırırsın acı acı,
....
-Sana karşı Kimse zor kullanmazsa ve yalnızsan,
Büyük Zeus'tan çaresiz bir dert gelmiş olacak başına.
Ama baban Poseiadon'a yalvar yakar sen gene.-
Böyle dediler ve gittiler, ben de yürekten güldüm,
adımla aldatmıştım onu, parlak bir düzen kurmuştum.
....
.... Tepegöz
....
kopardı kocaman bir kayanın tepesini,
lacivert pruvalı gemimizin önüne fırlattı attı,
baş bodoslamasını tuzla buz edecekti az daha,
düşen kaya parçası denizi etmişti allak bullak,
....
.... kaldırmış ellerini yaldızlı göğe,
başlamıştı bile Tanrı Poseiadon'a yakarmaya:
-Dinle beni, toprağı sarsan Poseidaon, lacivert yeleli,
gerçekten oğlunsam ben senin, sen de babam olmakla övünüyorsan,
yerine getir dileğimi, dönmesin bir daha yurduna
bu kentler yıkan Odysseus, bu İthakeli, Laertes oğlu.
....
- Onuncu Bölüm: Aiolos - Laistrygonlar - Kirke
Böylece vardık Aiolos Adasına.
Hippotesoğlu Aiolos otururdu orada,
ölümsüz tanrıların sevgilisiydi o.
Yıkılmaz, tunçtan bir duvarla çevriliydi bu yüzden ada,
Aiolos'un on iki çocuğu vardı konağında,
altısı kızdı, altısı erkek, delikanlı çağında,
oğullarına karı diye vermişti kızlarını Aiolos.
....
Gide gide Aiaie Adasına vardık sonunda,
Orada Kirke otururdu, güzel belikli,
insan sesli korkunç tanrıça,
kız kardeşiydi o kötü niyetli Aietes'in.
Hepsi yirmi arkadaş, yola çıktılar.
....
Bir düzlükte buldular Kirke'nin güzel yapılı konağını,
....
büyülemişti Kirke onları kötü ilaçlarla.
....
.... kapattı yoldaşlarımı domuz ağılına.
Şimdi onlar tıpkı domuza benzemişlerdi
....
....
atıldım Kirke'nin üstüne öldürecekmiş gibi.
O bir çığlık attı ve kapandı dizlerime,
yalvara yakara söyledi şu kanatlı sözleri:
-Kimsin, nereden gelirsin? ....
....
ne alt edilmez bir gücün varmış senin!
Çok kurnaz Odysseus musun sen yoksa,
....
.... şimdi sok kılıcını kınına, hayfi,
gidelim seninle uzanalım yatağımıza,
sevgi içinde güvenelim birbirimize, sevişe birleşe.-
O böyle dedi, ben de karşılık verdim, dedim ki:
-Nasıl istersim, Kirke, sana tatlı davranmamı,
....
Katlanmazsan büyük bir ant içmeye, tanrıça
....
çıkmam senin yatağına ben, taş çatlasa.-
....
- On Birinci Bölüm: Ölüler Ülkesinde
....
Yak beni silahlarımla ve neyim varsa hepsiyle
....
Bir de baktım geçmiş göçmüş anamın ruhu çıkageldi
can ayrılır ayrılmaz ak kemiklerden
kaslar artık etleri, kemikleri tutmaz olur,
yok eder onları ışıldayan ateşin zorlu gücü,
ruh uçar gider kanatlanan düş gibi
.... Alkmene'yi gördüm, Anphitryon'un karısını,
büyük Zeus'un koynunda yatmış, birleşmişti onunla,
doğurmuştu Herakles'i, o atılgan güçlü, arslan yürekliyi.
....
Oidipus'un anasını gördüm, güzel Epikaste'yi
bilmeden büyük bir suç işlemiş, ....
tanrılar da açıklamıştı bunu insanlara ansızın.
- On İkinci Bölüm: Seirenler - Skylla - Kharibdys - Güneş'in Sığırları
Seirenler onu çayırda çınlayan ezgileriyle büyüler,
-Gel buraya, dillere destan Odysseus, Akhaların şanı şerefi,
durdur gemini de duy bizim sesimizi.
-Uluyan bir Notos çıkardı bulutları devşiren Zeus
- On Üçüncü Bölüm: Odysseus'un Phaiaklar İlinden Ayrılması - İthake'ye Varışı
Alkinoos böyle konuştu, ....
sonra hepsi kalkıp evlerine yatmaya gitti
....
Butları yakıp doya doya çıkardılar tadını şanlı şölenin,
aralarında Demokodos başladı ezgiye,
....
.... Odysseus ....
Usta kürekçi Phaiaklara seslendi ossaat,
....
"Kral Alkinoos, en üstün adamı bu halkın,
yerine getirdiniz bütün dileklerini gönlümün ....
....
sağ salim bulayım karımı ve hsım akrabamı evimde.
Mutlu olun siz de burada, karınız ve çöcuklarınızla,
....
halkınız dert yüzü görmesin bu topraklar üstünde."
Gök gözlü Athene .... şöyle dedi:
"Artık yakışmaz sana, Telemakhos, evinden uzak durman,
Evine yerleşmiş bir sürü adama bırakmışsın varını yoğunu,
.... onlar ....
yerler nen var nen yok, pay ederler malını mülkünü, ....
"....
Varınca İthake'ye, ilk burunda çık karaya,
sonra kente gönder geminle bütün arkadaşlarını,
kendin de hemen domuz çobanının yanına git, ....
Geceyi orda geçir ve sonra gönder onu da kente,
haber götürsün uslu akıllı Penelopeia'ya,
Pylos'tan döndüğünü söylesin senin sağ salim."
1.Homeros, İlyada, Yunanca aslından çeviren Azra Erhat / A. Kadir, Can Yayınları, 1997.
2.Homeros, Odyseia, Türkçesi Azra Erhat / A. Kadir, Can Yayınları, 1998.
3.Azra Erhat, http://tr.wikipedia.org/wiki/Azra_Erhat
4.Mehmet Arat, Kitap Arkası: İlyada, http://kitapdili.blogspot.com/2014/03/homerossozlu-edebiyat-gelenegini.html
Etiketler:
A.Kadir,
Azra Erhat,
Homeros,
Odise,
Odysseia
24 Eylül 2016 Cumartesi
Gülün Adı
Umbetto Eco - Il Nome della Rosa |
Çağdaş Dünya
Yazarları Kitapları arasında yayımlanmış ve özgün adı "Il
Nome Della Rosa" olan Umberto
Eco'nun Gülün
Adı (1) kitabının girişinde bir
manastır planı yer alıyor. Resimdeki harfler küçük ve el
yazısıyla yazılmış, güçlükle okunuyor. Baskı pek iyi değil.
Ama yer adlarını veren liste okunaklı. Hastane, Hamam, Aedificium,
Kilise, Avlu, Yatakhane, Toplantı Salonu, Ağıllar, Ahırlar ve
Demirhane.
Sayfayı çevirince
"Doğal Olarak Bir El Yazması"
buluyoruz:
"16 Ağustos
1968'de Vallet diye bir rahip tarafından kaleme alınmış bir kitap
geçti elime: Melk'li Dom Adso'nun,
Dom J. Mabillon'un baskısından Fransızca'ya çevrilmiş elyazması
(Presses de l'Abbaye de la Source, Paris, 1842) Gerçekten oldukça
yoksul tarihsel bilgilerin eklendiği bu kitabın, Benedikten
tarikatının tarihine ilişkin çok şey borçlu olduğumuz, on
altıncı yüzyılda yaşamış büyük bir bilgin tarafından
bulunmuş olan, on dördüncü yüzyıla ait bir elyazmasının
tıpkısı olduğu öne sürülüyordu. Bu bulgu (kronolojik sıraya
göre üçüncü olan kendi buluşumdan söz ediyorum), sevdiğim
birisini beklemek üzere Prag'da bulunduğum bir sırada beni
neşelendirdi. Altı gün sonra Sovyet birlikleri talihsiz kenti
istila ettiler." (2)
Ama kitabın kaynağını
pek anlayamıyor, izini süremiyoruz:
"Arkadaşım Dom Arne
Lahestedt'le bir konuşma, manastırın basımevinde Abbe Vallet diye
birinin kitap bastırmadığına (böyle bir basımevinin de var
olmadığına) inandırdı beni." (3)
Fransız araştırmacıların
güvenilir yaşamöyküsel bilgi konusundaki savrukluklarından,
büyülü anlardan, sanrılardan, düşlerden soz ediliyor. Sonra
1970'e, Buenos Aires'e, küçük bir sahafın raflarındaki
İspanyolca bir kitapçığa gidiyoruz. Milo Temesvar, "Satranç
Oyununda Ayna Kullanılmasına Dair". Bununla kalmıyor,
aktaranın "Apocalittici e Integrati" adlı çevirisinin ve
artık bulunması olanaksız olan Gürcü dilindeki özgün yapıtın
(Tiblis, 1934) adları geçiyor, bu kitapta da Adso'nun el
yazmasından alıntılar olduğu, ama kaynağının Vallet ya da
Mobillon değil Peder Athanasius Kircher olduğu belirtiliyor.
Temesvar'ın aktardığı olayların ve özellikle labirentin
betimlemesinin Vallet'nin elyazmasındakilere tıpatıp uymasına
dayanan sonuçlar açıklanıyor:
"Bundan, Adso'nun
anılarının, doğru olarak, anlattığı olaylarla aynı niteliği
paylaştığı sonucunu çıkardım. Başta yazarın adı, en sonunda
da, Adso'nun caymak bilmez bir titizlikle suskun kaldığı
manastırın yeri olmak üzere, birçok gölgeli gizeme bürünmüştü
bu anılar."
"Betimlenen
olayların geçtiği döneme gelince, 1327 Kasım'ının sonunda
oluyor olaylar; öte yandan, yazarın
bunları ne zaman yazdığı kesin değil. 1327 yılında kendisinin
bir çömez olduğuna ve anılarını yazdığı sırada ölüme
yakın olduğunu söylediğine bakılırsa, elyazmasının, on
dördüncü yıl yüzyılın son on ya da yirmi yılı içinde
yazıldığını kestirebiliriz."
"İyi düşünülürse,
beni, elimdeki, on dördüncü yüzyılın sonuna doğru bir Alman
rahip tarafından Latince yazılmış bir yapıtın on yedinci yüzyıl
Latincesiyle yapılmış nüshasının, açık seçik olmayan,
neo-Gotik bir Fransızca kopyasının İtalyanca kopyasını
yayımlamaya götüren nedenler oldukça azdı."
"Adso yalnızca
Latince yazmakla kalmıyor, kültürünün (ya da onu etkilediği
açıkça görülen manastırın kültürünün) çok daha eskiye
gittiği anlaşılıyor; bu kültürün geç ortaçağ Latince
geleneğine bağlanabilen bilgi ve üslup süslemelerinin yüzyıllar
boyu oluşan bir toplamı olduğu açık."
"Öte yandan,
Vallet'nin, Adso'nun Latince'sini kendi neo-Gotik Fransızca'sına
çevirirken, bir ölçüde özgürce davrandığına kuşku yok; hem
yalnızca üslup bakımından değil."
"Ne olursa olsun,
Adso ya da tartışmalarını anlattığı rahiplerin yorumladıkları
metnin, notlar, şerhler ve çeşitli eklerin yanısıra, daha
sonraki araştırmaları da zenginleştirecek açıklayıcı notları
da kapsamadığından nasıl emin olabilirdim?"
"Sonuç olarak,
içim kuşkularla dolu. Cesaretimi toplayıp Melk'li
Adso'nun elyazmasını sanki sahiymiş gibi niçin sunduğumu
gerçekten bilmiyorum."
"Metni hiçbir
çağcıllık kaygısı gütmeksizin yazıyorum."
"Abbet Vallet'nin
kitabını keşfettiğim yıllarda, insanın yalnızca şimdiki
zamana karşı bir yükümlülükten ötürü dünyayı değiştirmek
için yazması gerektiğine dair yaygın bir inanç vardı."
"Salt yazma
sevgisinden ötürü yazabilmek yazın adamının avuntusu şimdi."
(4)
"Doğal Olarak
Bir El Yazması" yerini bir "Not"
bölümüne bırakıyor, burada Melk'li
Adso'nun elyazması tanıtılıyor:
"Adso'nun elyazması
yedi güne ayrılmış, her gün de, dua saatlerine denk düşen
dönemlere. Üçüncü kişi ağzından yazılan alt başlıklar
olasılıkla Vallet tarafından eklenmiştir."
"Adso'nun kanonik
saatlere başvurması beni biraz bocalattı; çünkü bunların
anlamı yere ve mevsimlere göre değişmekle kalmıyor, büyük bir
olasılıkla, Ermiş Benedict'in Kural'da saptadığı yönergelere,
on dördüncü yüzyılda tam bir kesinlikle uyulmuyordu."
Bir ölçüde
metinden, bir ölçüde de Edouard Schneider'in Les Heures
benedictines (Paris, Grasset, 1925) manastır yaşamı betimlemesiyle
karşılaştırılarak çıkarıldığı belirtilen bir zaman
şeması veriliyor:
1. Mattutino
(Geceyarısı) Gece 2:30-3.
2. Laudi
(Alacakaranlık) Sabah 5-6.
3. Prima
(Tansökümü) 7:30'a doğru, gündoğuşundan az önce.
4. Terza (Sabah) 9'a
doğru.
5. Sesta (Öğle) Öğle,
(rahiplerin tarlada çalışmadığı bir manastırda öğle yemeği
zamanı).
6. Nona (İkindi) Öğleden
sonra 2-3.
7. Vespro
(Günbatımı) 4:30'a doğru, günbatımı (Kural, karanlık
basmadan akşam yemeği yenmesini öngörür).
8. Compieta (Akşam) 6
dolayları (rahipler saat 7'den önce yatarlar)
Çevirmen Şadan
Karadeniz buradaki dipnotta, Türkçe
karşılıkların seçiminde bu saatlerin belirledikleri zamanları
esas alarak denk düşecek zamanları belirleyen sözcükleri
kullandığını belirtmiş. (5)
Ardından, "Gülün
Adı Üstüne" başlıklı
sunuşuna yer vermiş. "Umberto Eco
ve Gülün Adı" başlığı
altında Eco'nun ve kitabın öyküsünü anlatmış:
"İtalya'da,
Bologna Üniversitesi'nde
öğretim üyesi, semiolog, tarihçi, filozof, estetikçi, ortaçağ
uzmanı ve James Joyce üstüne derin araştırmalar yapmış çok
yönlü bir bilim adamı olan Umberto
Eco'nun bu ilk romanı, İtalya'da ilk
yayımlanışından (1980) bu yana tam on üç kez basıldı; yirmiyi
aşkın dile çevrildi; tüm dünyada olağanüstü bir ilgi
uyandırdı, yankıları hala sürüyor."
"Gerçekten de Eco
günümüzü yalnızca televizyon aracılığıyla tanıdığını,
oysa ortaçağı doğrudan, dolaysız bildiğini söylüyor."
"Tam anlamıyla ve
her bakımdan ortaçağ dünyasını yansıtmakla birlikte, Gülün
Adı kesinlikle çağdaş bir roman. Okura o çağla çağımız
arasında kaçınılmaz analojik bağlar kurmayın esinliyor."
Eco'nun, "geçmişi
çağdaş bir kimsenin gözüyle görmeden, tarih bilincinin
olamayacağını", "terörizmin dinsel, mistik bir olgu
olduğunu, Marksizmle hiçbir ilişkisi olmadığını"
belirttiğini vurgulamış. Olayın Hıristiyanlık ve dolayısıyla
Batı siyasal ve genel tarihinin dönüm noktalarından biri olan,
Papa ile İmparator arasındaki atama
yetkisi savaşımının aşamalarından
birini oluşturan bir zaman diliminde geçtiğini söylemiş.
"1327 Kasım'ının
son haftasında, Kutsal Roma İmparatoru Bavyeralı Ludwig'in Paris'i
kuşatıp Roma'ya doğru inmeye başladığı sırada Papa
XXII.Ioannes, Perugia Ruhani Meclisi'nde, İsa'nın hiçbir mal
varlığına sahip olmadığını öne sürmüş olan Fransiskenlerin
başkanı Cesena'lı Michele'nin Avignon'a, yanına gelmesini
istemektedir."
"Tıpkı yirmi yıl
önce yenilgiye uğratılmış ve yakılmış olan Rebello dağında
karargah kurmuş Dolcino'nun silahlı çeteleri gibi, sapkın
Fransiskenler de kovuşturulmakta, yakılmakta, ateşleri tüm
İtalya'yı ve Fransa'yı ışığa boğmaktadır."
Kitabı "çağdaş
romana yepyeni bir uzun soluk getiren" ve "ortaçağ art
alanında gelişen" bir tarihsel roman olmasının yanında,
"ustaca kurulmuş polisiye bir öykü ve en önemlisi,
olağanüstü bir dil ve sanat yapıtı" olarak niteleyen Şadan
Karadeniz, Benedikten çömezi Melk'li Adso'nun manastırdaki
görevinde eşlik ettiği Baskerville'li
William'ı şu sözlerle tanıtmış:
"Baskerville'li
William, tanrıbilim açısından inanç ve usun bir bileşimini
yapmak için girişilen tüm çabaları yadsırken, doğa bilimi
açısından, bilgiyi doğrulanabilir yaşantıların sınırları
dışına taşırmayan bir ampirist olarak ortaçağ düşüncesinde
bir dönüm noktasını belirleyen Ockham'lı William'ın ve Padua'lı
Marsillo'nun arkadaşıdır."
"Eskiden sorgucu olan
William, manastıra varır varmaz bir dizi gizemli olayı çözme
sorunuyla karşı karşıya bulur kendini."
"Manastırın
görkemli, görkemli olduğunca gizemli ve yalıtılmış dünyasında,
Papa ve İmparator'un temsilcileri arasında bir uzlaşma ortamı
yaratmak için yapılacak önemli toplantının eşiğinde bir ölüm
olayıyla başlayan ve yedi günde yedi ölümle süren, rahipleri ve
tüm manastır halkını büyük bir kaygı ve yılgınlığa salan
ölümler dizisini aydınlatmak."
"Konumuyla,
mimarisiyle, bir Benedikten manastırının tüm görkemiyle,
özellikle kitaplığının zenginliğiyle bütün ortaçağ
dünyasına ün salmış olan bu manastırda, İmparator ve Papa'nın
temsilcileri arasında tartışılan İsa'nın yoksulluğu konusu,
gerçekte Kilise'nin zenginliğinin, dolayısıyla Kilise'nin siyasal
gücünün (erkinin) tArtışılmasıdır."
"William'ın dinsel
erkle siyasal erkin özdeşleştirilmesine karşı öne sürdüğü
-kuşkusuz Hıristiyan inancından kaynaklanan- sav, laiklik
düşüncesinin, giderek kuvvetler ayrılığı ilkesine varacak olan
çağdaş düşüncenin köklerinin ortaçağda olduğunun bir
göstergesi."
Çevirmen Şadan
Karadeniz romanın adından
da söz etmiş:
"Kitabın ilk
baskısından üç yıl sonra, Umberto
Eco, Alfabeta'da (Haziran 1983, Sayı
49) yer alan, Il Nome della Rosa'ya ilişkin Postille'de, romanına
kaynaklık eden elyazmasının nasıl
eline geçtiğine ve kitabın yazılış sürecine ilişkin ilginç
açıklamaların yanısıra, çeşitli ülkelerden okurların
kendisine yönelttiği soruları yanıtlarken, kitabın adına da
değiniyor."
Eco'nun Kırmızı ve
Siyah, Savaş ve Barış, Goriot Baba, Üç Silahşörler gibi
kitapların adlarından söz ettiğini, romanı için Suç Manastırı
ve Melk'li Adso gibi adları niçin uygun görmediğini anlatarak
Eco'nun on ikinci yüzyılda yaşamış bir Benedikten olan Bernardo
Morliacense'nin De comtempto mundi'sinin bir dizesinin esinlediği
adı niçin seçtiğini aktarmış:
"Çünkü gül
simgesel bir şeydir ve öylesine
anlamlarla yüklüdür ki, neredeyse
hiçbir anlamı yoktur:
gizemlidir gül ve bir gül, güllerin yaşantılarını yaşamıştır;
bir gül, bir güldür; bir gül, bir güldür; bir gül, bir
güldür..."
Şadan Karadeniz,
çeviriyle ilgili zorlukları da özellikle vurgulamış:
"Gülün Adı,
çevirmeni üstesinden gelinmesi güç zorluklarla karşı karşıya
bırakan bir kitap. Yoğun ortaçağ ortamı, Hıristiyan
düşüncesinin kendine özgü kavram ve sözcükleri, yapıtın
alegorik niteliği, şifrelerle dolu oluşu, düşüncenin büyük
ölçüde tasımlarla gelişmesi, Latince alıntılar, sözdizimi ve
yapısıyla dilin, özellikle biçemin yer yer çağdaş
sayılamayacak bir İtalyanca oluşu, az rastlanan sözcüklere yer
verilişi, Eco'nun kendine özgü mizahı ve dili."
Kaynak yapıtın bir başka
dilde, içerdiği Latince alıntılar nedeniyle özellikle de Latince
ile alfabeden başka uzak yakın hiçbir ilişkisi olmayan Türkçe
gibi bir dilde yeniden yaratılmasının güçlüğünü hatırlatarak
olası yanlışlıklar, eksiklikler, yanlış anlamalar ve gözden
kaçmalar için okurların bağışlayıcılığına sığınmış.
(6)
....
Kitapta önce manastır
planı ve "Doğal Olarak Bir El Yazması" girişi yer
alıyor. Yazının sonunda 5 Ocak 1980 tarihi atılmış ama yazarın
adı yok. Sonra bir not geliyor ve Adso'nun elyazmasının yedi güne
ve her günün dua saatlerine denk düşen dönemlere ayrıldığı,
üçüncü kişi ağzından yazılmış başlıkların Vallet
tarafından eklenmiş olabileceği belirtiliyor, kanonik saate göre
yol gösterici olması için zamanlar metinde geçen zamanlar
geceyarısı, alacakaranlık, tansökümü, sabah, öğle, ikindi,
günbatımı ve akşam olarak listeleniyor.
Ardından Şadan
Karadeniz'in "Gülün Adı Üstüne" başlıklı sunuşu
karşımız çıkıyor.
Peki roman, bundan sonra
gelen Öndeyiş bölümüyle mi başlıyor? İtalyanca baskıda da
arada benzer bir sunuş var mı? Yoksa yazar yerini başlangıçta da
anlatıcıya bırakmış, 5 Ocak 1980 tarihli sunuşu ona yazdırmış
olabilir mi? Umberto Eco'nun romanına kaynaklık eden gerçek bir
elyazmasının varlığı, Eco'nun romanında Adso'nun
anlattıklarının kanıtı olabilir mi?
Romanın dayandığı ve
romandaki Adso'nun öyküsüyle örtüşen tek bir elyazması
gerçekten var mı? Varsa, bu el yazması tek başına bile adına
bir müze açılmasını hak etmez mi? Orhan Pamuk'un bir "Masumiyet
Müzesi" varken.
Çağlar öncesinden gelip
geleceğin bilinmezliğine uzanan bir yapıtta gerçek tümüyle
kesin, belirlenmiş olabilir mi?
....
"Öndeyiş"
diyor kitap ve tanrısal bir başlangıç yapıyor:
"Başlangıçta
Söz vardı ve Söz Tanrı katındaydı ve Söz
Tanrı'ydı."
Yaşamının sonuna varmış
anlatıcı, ağır ve hasta gövdesiyle, gençliğinde gözlemlediği
olağanüstü olaylara tanıklığını bir parşömen üzerine
bırakmaya hazırlanıyor. (7)
Sonra kitabın öyküsü,
kişileri ve geçtiği dönemle, 14. yüzyılla ilgili yoğun
bilgiler veriliyor. İmparator Ludwig'in adı kötüye çıkmış bir
sapkını şaşırtarak Kutsal Roma İmparatorluğu'na saygınlığını
yeniden kazandırmak için İtalya'ya gelişinin, 1327 yılı
sonlarına doğru yaşanan olaylarla ilgili tanıklığın sözü
ediliyor:
"Dinsizlerin XXII.
Ioannes diye saygınlaştırdıkları Cahors'lu Jacques'ın günahkar
ruhundan söz ediyorum."
"O yüzyılın ilk
yıllarında Papa V. Clemens, Roma'yı yerel beylerin tutkularına av
olarak bırakıp papalık makamını Avignon'a taşımıştı."
"Hıristiyanlığın
kutsal kenti bir sirke ya da bir geneleve dönüşmüştü; adına
cumhuriyet dense de, bir cumhuriyet değildi, silahlı çetelerin
saldırısına ve şiddete, yağmaya uğruyordu."
"Din adamları, laik
yargının dışında kaldıklarından, gözü dönmüş haydut
çetelerine başkanlık ediyor, elde kılıç, soyuyur, günah
işliyor, haksız kazanca dayalı ticaret örgütlüyorlardı."
(8)
Tek bir taht için iki
imparator ve ikisi için tek bir papa olmasının büyük
karışıklıklar yarattığı belirtiliyor.
"İşte bu yüzden,
1314'te Frankfurt'ta beş Alman prensi, Bavyeralı Ludwig'i
imparatorluğun yüce başkanı seçmişlerdi. Ama aynı gün,
Main'in karşı yakasında, hükümdarlık yetkisine sahip Ren Kontu
ve Köln Başpiskoposu, aynı yüksek mevkiye Avusturyalı
Frederick'i seçmişlerdi."
"İki yıl sonra
Avignon'da, yetmiş iki yaşındaki Cahors'lu Jacques, XXII. Ioannes
adıyla yeni papa seçildi."
"1322 yılında
Bavyera'lı Ludwig, rakibi Frederick'i yenilgiye uğrattı."
"Bir imparatordan,
iki imparatordan korktuğundan daha da çok korkan Ioannes, yengi
kazanan imparatoru aforoz etti, buna karşılık o da Papa'yı sapkın
olarak yadsıdı. (9)
Kitapta Şadan
Karadeniz'in de dipnotlarda açıklamaları var.
"Templar Şövalyeleri
ya da İsa'nın Yoksul Şövalyeleri: 1191'de Kudüs'te, Hıristiyan
hacıları korumak ve Müslümanlar'la savaşmak için kurulmuş olan
tarikat. Zamanla çok zenginleşen bu tarikat, İmparator IV.
Philip'in kıskançlığını uyandırmış ve 1312'de, Papa V.
Clemens tarafından ortadan kaldırılmıştır."
"Fransisken tarikatı:
1209 yılında İtalya'da Assisili Ermiş Francesco tarafından
kurulmuş, yoksul bir yaşam sürmeyi ve tövbe etmeyi öngören
tarikat."
"Tinciler: Ermiş
Francesco'nun ölümünden sonra Fransisken tarikatı içinde beliren
görüş ayrılıkları sırasında ortaya çıkan, tarikat
iikelerinin katı bir şekilde uygulanmasından yana bir okul. 13. ve
14. yüzyıllarda Tinciler'in önderleri arasında, Pietro Giovanni
Olivi, Clareno'lu Angelo ve Ubertino'lu Casale vardı." (10)
Bir yandan da Melk'li
Adso'nun anlatılarıyla tanışıyor, yine çevirmenin bir
dipnotundan tarikatıyla ilgili bilgi ediniyoruz.
"Ludwig'in yanında
savaşan, onun baronları arasında hiç de önemsiz olmayan babam
beni -Melk manastırında genç bir Benedikten çömezi- manastırın
dinginliğinden uzaklaştırdığında durum buydu." (11)
Adso'nun "kendisini
ünlü kentlere ve eski manastırlara götürecek bir görev
üstlenmek üzere olan bilgili bir Fransisken'in, Baskerville'li
rahip William'ın yanına" verilmesinin kararlaştırıldığını
öğreniyoruz. Çevirmenin notu Benedikten tarikatını "Yaklaşık
480-547 yılları arasında yaşamış olan Nursia'lı Ermiş
Benedict tarafından kurulmuş olup, adını ancak 14. yüzyılın
ikinci yarısında bu ermişin adından alan bir tarikat" olarak
tanımlıyor. Adso ve William'ın öyküsü başlıyor:
"Böylece William'ın
hem yazmanı, hem öğrencisi oldum; bundan ötürü de hiç
pişmanlık duymadım; çünkü onunla birlikte, şimdi yaptığım
gibi bizden sonra geleceklere iletmeye değer olaylara tanık oldum."
"Rahip William'ın
aradığı şeyin ne olduğunu o zaman bilmiyordum; doğruyu söylemek
gerekirse bugün de bilmiyorum bunu; sanırım kendisi de bilmiyordu,
çünkü davranışlarını yöneten tek şey, gerçeğe ulaşma
isteği ve -her zaman beslediğini gördüğüm- gerçeğin belli bir
anda ona görünen şey olmadığı kuşkusuydu."
"Kuzeye doğru
yöneldik; ancak yolculuğumuz düz bir çizgi izlemedi, çeşitli
manastırlara uğradık. Böylece, en son varacağımız yer
doğudayken batıya döndük; neredeyse Pisa'dan Santiago'ya giden
hac yolu doğrultusunda sıradağları izleyerek, sonradan ortaya
çıkan olayların daha yakından tanımaktan beni alakoyduğu bir
yerde konakladık; o yerin beyleri imparatora bağlıydılar; bizim
tarikatımızdan olan rahiplerin hepsi de oybirliğiyle, sapkın,
yozlaşmış Papa'ya karşı çıkıyorlardı."
"Yolculuğumuz,
çeşitli olaylar arasında iki hafta sürdü, o süre içinde yeni
üstadımı tanıma olanağı buldum, (hep inandığım gibi, hiçbir
zaman yeterince değil)."
"Boethius'un dediği
gibi, hiçbir şey, güz geldiğinde kır çiçekleri gibi kuruyup
değişen dış görünüşten daha geçici değildir."
"Hem bugün Başrahip
Abbone'nin sert bakışlı gözleri ve solgun yanakları olduğunu
söylemenin ne anlamı var, o ve çevresindekiler çoktan toprak
olmuş, bedenleri ölümcül toprak griliğine bürünmüş, yalnızca
ruhları, Tanrı'nın lütfuyla, hiçbir zaman sönmeyeceek bir
ışıkla parlarken?"
"Ama William'ı bir
kez olsun betimlemek isterim; çünkü kendine özgü çizgileri beni
etkiledi."
"Rahip William'ın
dış görünüşü, o sıralarda, en dalgın bir gözlemcinin bile
dikkatini çekecek gibiydi. Boyu normal bir adamın boyundan uzundu;
öyle inceydi ki, daha da uzun görünüyordu. Gözleri keskin ve içe
işleyiciydi;ince ve hafif gagamsı burnu yüzüne tetikte bir adam
izlenimi veriyordu (ileride sözünü edeceğim durgunluk halleri
dışında). Çenesi güçlü bir isteği açığa vuruyordu.
Hibernia ve Northhumbria arasında doğmuş olanlarda sık sık
gördüğüm türden çillerle kaplı uzun yüzü arasıra
kararsızlık ve şaşkınlık anlatımı taşısa da. Zamanla,
güvensizlik gibi görünen şeyin yalnızca merak olduğunun
bilincine vardım; ama başlangıçta, daha çok doymak bilmez ruhun
bir tutkusu sandığım bu erdeme ilişkin çok az şey biliyordum.
Akılcı bir ruhun böyle bir tutkuya kapılmaması, yalnızca
(kanımca) en başından bildiği gerçekle beslenmesi gerektiğine
inanıyordum."
"Daha çocuk
olduğumdan, önce kulaklarından fışkıran sarımsı saç
tutamları ve sarışın, gür kaşları hemen etkilemişti beni.
Belki elli bahar görmüştü, çok yaşlı sayılırdı; ama
yorulmak bilmez bedeni, çoğu kez benim bile yoksun olduğum bir
esneklikle deviniyordu." (12)
SOnra bilgi ve inanç,
düşünce ve ruh, gerçek ve gizem arasında gidip gelen yoğun ve
sürükleyici bir öykü usulca, bir parantezin içinde gelerek
başlıyor:
"Kimi zaman bütün
bir günü kitaplığın büyük salonunda (çevremizde korkunç bir
biçimde öldürülen rahiplerin cesetleri gün gün artarken)
elyazmalarının sayfalarını, sanki sırf eğlence olsun diye
çevirerek geçirirdi." (13)
....
Adso,
William'ın
bilgisini görünce duyduğu şaşkınlığı ve onun Roger
Bacon'dan söz edişini anlatıyor:
"Araç gereçler,
doğanın maymunu olan sanatın ürünüdür, derdi; onun biçimlerini
değil, işleyişini yeniden üretirler."
"İtalya'da ve
ülkemde daha önce tanıdığım Fransiskenler basit, çoğu kez
okuma yazma bilmeyen adamlardı, bilgisi beni şaşırttı."
"Roger Bacon, saygı
duyduğum üstadım, tanrısal tasarımın bir gün makine bilimini,
bu doğal ve sağlıklı büyü bilimini içine alacağını öğretti
bize."
Tek bir adamın yönettiği
çok hızlı gemilerin, ölçülmez hızla giden arabaların, uçan
donanımların adları geçiyor. Adso William'ın çelişkili
önermelerinden söz ediyor, Ockham'lı arkadaşına nasıl öylesine
güven duyabildiğini ve Bacon'un sözleri üzerine nasıl ant
içebildiğini tam olarak anlamadığını belirterek "O
karanlık zamanlarda, akıllı bir adamın birbiriyle çelişen
şeyler düşünmek zorunda olduğu da bir gerçek" diyor. (14)
....
Adso'nun
elyazmasının yedi gününün
ilki, bir
tansökümüyle
başlıyor. Gün içinde anlatılan dönemlerin Vallet tarafından
eklendiği belirtilen alt başlıkları var. Birinci günün
tansökümüne Adso, "Manastırın
eteklerine varıyoruz; William çabuk kavrama yeteneğini kanıtlıyor"
girişiyle başlıyor.
"Kasım sonlarında
güzel bir sabahtı. Gece boyunca az kar yağmıştı; ama toprak üç
parmak kalınlığını aşmayan soğuk bir örtüyle örtülmüştü."
Latince yapı
anlamına gelen Aedificium
hemen tanıtılıyor:
"Uzaktan bir dörtgen
gibi görünen sekizgen bir yapıydı bu. (Kutsal Kent'in
sağlamlığını, içine işlemezliğini gösteren kusursuz bir
biçim). Güney duvarları manastırın bulunduğu düzlükte
yükseliyor, kuzey duvarlarıysa, dimdik üstünde yer aldıkları
dağın kıvrımlarının içinden çıkıyormuş gibiydi." (15)
Manastırın kilercibaşısı
Varagine'li Remigio'nun yanlarına gelmesiyle William, gerçeği
ararken kullandığı yöntemlere ilişkin ilk ipuçlarını vermeye
başlıyor, görmediği bir atın, Başrahip Abbone'nin adını ve
bulunduğu yeri söylüyor.
"At buradan geçip
sağdaki yola saptı."
"Brunellus'u
arıyorsanız, hayvan ancak dediğim yerde olabilir." (16)
William'la
Adso'nun
konumları, soruları ve yanıtlarıyla Sherlock
Holmes ile Watson ve Hercule
Poirot ile Hastings arasındaki
ilişkiyi anımsatır biçimde görünmeye başlıyor.
Adso: "Şimdi
söyleyin, nasıl bildiniz?"
William: "Benim iyi
Adso'm, yolculuğumuz boyunca, dünyanın tıpkı kocaman bir kitap
gibi bizimle konuşurken kullandığı belirtileri tanımayı
öğretiyorum sana."
William, Alanus des
Insulis'ten çevirmenin dipnotuyla anlamını gördüğümüz Latince
bir alıntı yapıyor:
"Dünyadaki tüm
yaratıklar
kitap ve resim gibi
aynadaki gibidir bizim
için"
Evrenin Alanus'un
sandığından daha konuşkan olduğunu, Adso'ya zaten bilmesi
gerekenleri yenilemekten utanç duyduğunu söyleyerek açıklıyor:
"Kavşaklarda, daha
yeni yağmış karda, solumuzdaki yola doğru yeni yönelmiş bir
atın toynak izleri açıkça görünüyordu."
Brunellus adı için de
Adso'ya "Kutsal Ruh sana akıl ihsan etsin, oğul" diyerek
Paris'te rektör olmak üzere olan büyük Buridan'ın bile güzel
bir attan söz etmesi gerektiğinde daha doğal bir ad bulamayacağını
ekliyor. Adso, "Üstadım böyleydi işte" diyerek
hayranlığını anlatıyor, gerçeğin gücünü vurgulayıp
ayrıntılarda oyalanmadan öyküsüne başlaması için kendisini
uyarıyor:
"Yalnızca doğanın
kitabını okumayı bilmekle kalmıyordu, rahiplerin kutsal kitapları
nasıl okuduklarını ve o kitaplar aracılığıyla nasıl
düşündüklerini de biliyordu. Göreceğimiz gibi, ilerideki
günlerde ona yararlı olacak bir yetenek. Üstelik açıklaması o
noktada bana öylesine açık seçik göründü ki, bunu kendi
kendime keşfedemeyişimden doğan küçülmüşlüğümü, yalnızca
bu buluşu paylaşmaktan duyduğum gurur yeniyor, kavrayışımdan
ötürü neredeyse kendi kendimi kutluyordum."
"Gerçeğin gücü
öyledir, kendiliğinden yayılır."
"Manastırın büyük
kapısına vardığımızı; Başrahip'in, yanında içi su dolu
altın bir çanak tutan iki çömezle birlikte eşikte durduğumuzu
anlat. Binek hayvanlarımızdan inince, kilerci benimle ilgilenirken
Başrahip'in nasıl William'ın ellerini yıkadığını, sonra onu
kucaklayıp ağzından öperek kutsal bir karşılama yaptığını
anlat." (17)
....
BİRİNCİ GÜNün
sabahı, William Başrahip'le öğretici bir konuşma yapıyor.
Adso, Başrahip
Abbone'nin anlattığı ve birkaç gün
önce meydana gelerek rahipler arasında büyük üzüntü yaratmış
tuhaf bir olayı aktarıyor:
"Büyük bir minyatür
ustası olarak daha o zaman ün kazanmış olmasına karşın hala
genç bir rahip olan ve kitaplığın elyazmalarını çok güzel
resimlerle süsleyen Otranto'lu Adelmo, bir sabah Aedificium'un doğu
kulesinin altında, uçurumun dibinde bir keçi çobanı tarafından
ölü bulunmuştu."
William sorunun ne
olduğunu hemen anlayarak Abbone'yi şaşırtıyor:
"O talihsiz genç,
Tanrı korusun, eğer canına kıymış olsaydı (kazayla düşmüş
olacağı düşünülemeyeceğine göre), ertesi gün o pencerelerden
birini açık bulurdunuz; oysa hepsini kapalı buldunuz; üstelik
hiçbirinin dibinde herhangi bir ıslaklık yoktu." (18)
Sonra Başrahip'in
rahiplerden kuşkulanmasının nedenini soruyor:
"Her şeyden önce,
neden rahiplerden biri? Manastırda birçok insan var, seyisler, keçi
çobanları, hizmetçiler..."
Abbone açıklıyor:
"Doğrusu, küçük
ama zengin bir manastır. Altmış rahibe karşılık yüz elli
hizmetli. Ama her şey Aedificium'da oldu. Orada, belki şimdiden
biliyorsunuz, birinci katta mutfak ve yemekhane var; onun üstündeki
iki katta da yazı salonuyla kitaplık. Akşam yemeğinden sonra
Aedificium kilitlenir ve çok katı bir kural, hiç kimsenin içeri
girmesine izin vermez. Doğal olarak rahiplerin de, ama..."
Başrahip bir hizmetçinin
gece oraya girme yürekliliğini gösteremeyeceğini, oysa bir
rahibin yasaklanan bir yere girmeye kalkışması için başka
nedenler olabileceğini ekliyor. (19)
Konuşma sırasında Adso,
Abbone'nin Adelmo'nun acıklı sonuyla ilgili bir ayrıntı
bildiğini, ancak bunu günah çıkarma yeminiyle öğrendiği için
kimseye açıklayamadığını, bu yüzden William'ın olayı
zekasının gücüyle çözmesini umduğunu anlıyor. (20)
William, rahipleri sorguya
çekmek ve manastırın çevresinde serbestçe dolaşmak için yetki
alıyor, Hıristiyanlık dünyasının tüm manastırlarında
hayranlıkla sözü edilen kitaplığı ziyaret etmeyi çok
istediğini, geliş nedenlerinden birinin bu olduğunu söyleyince
Başrahip geriliyor:
"Söylediğim gibi,
tüm manastırın içinde serbestçe dolaşabilirsiniz. Ama
kesinlikle Aedificium'un en üst katında, kitaplıkta
dolaşamazsınız." (21)
William orada tüm öteki
Hıristiyan kitaplıklarından daha çok kitap bulunduğunu ve
rahiplerin çoğunun dünyanın dört bir yanına dağılmış öteki
manastırlardan gelmiş olduğunu bildiğini belirtiyor:
"Böylece aranızda
Almanlar, Daçyalılar, İspanyollar, Fransızlar, Yunanlılar var.
İmparator Frederick'in yıllar önce, sizden Merlin'in öngörülerini
bir kitapta derlemenizi, sonra da bunu Mısır Sultanı'na bir
armağan olarak gönderilmek üzere Arapça'ya çevirmenizi
istediğini biliyorum."
Abbone anlatıyor:
"Kitapsız manastır,
kentsiz devlet, insansız kale, araç gereçsiz aşçı, yiyeceksiz
sofra, bitkisiz bahçe, çiçeksiz çayır, yapraksız ağaç
gibidir."
"Bizim, çalışma ve
duanın çifte buyruğunda gelişen tarikatımız, bilinen dünyanın
ışığı; bilgi hazinesi, yangınlar, yağmalar, depremler içinde
yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bulunan eski öğretinin
kurtuluşu; yeni yazının ocağı ve eskisinin artışı oldu."
"Çok karanlık
zamanlarda yaşıyoruz şimdi."
"İki yüzyıl önce,
görkem ve kutsallıkla pırıl pırıl parlayan kaç manastırımız
şimdi miskinlerin sığınağı oldu. Tarikat hala güçlü, ama
kentlerin pis kokusu kutsal yerlerimize sokuluyor."
"Tanrı'nın kulları
şimdi ticarete ve hizip savaşlarına eğilim gösteriyorlar."
"Tanrı'nın şimdi
bizim tarikatımıza verdiği görev, atalarımızın bize emanet
ettikleri bilgi hazinesini koruyarak, yineleyerek, savunarak, bu
uçuruma doğru gidişe karşı çıkmaktır." (22)
Kitapta kitapların,
kütüphanenin ve kütüphanecilerin çok özel bir yeri var. Altmış
sekiz yaşındaki Ubertino'yla tanışıyoruz:
"Böylece kütüphaneci
onları yalnız insanlardan değil, doğadan da korur ve yaşamını,
gerçeğin düşmanı olan unutuşun güçlerine karşı yürüttüğü
bu savaşa adar." (23)
Çok sayıdaki Latince
aktarım çevirmenin dipnotlarıyla açıklanmış. Resimle ilgili
bir not şöyle diyor:
"Pictura est
laicorumliteratura."
"Resim laiklerin
(kilise mensubu olmayan insanların) edebiyatıdır."
Adso, taşın dilsiz
söyleşisinin gözlerini kamaştırdığını ve onu sözle güçlükle
betimleyebildiği bir görünümün içine aldığını söylüyor:
"İhtiyarların
ayakları dibinde, onların tahtın ve beşgen biçimindeki grubun
üzerinde bir kemer oluşturacak biçimde, simetrik şeritler
halinde, hem göksel, hem dünyasal bir yasanın ayakta tuttuğu
sevgiyle bağlanım eserleri vardı (barış, sevgi, erdem, yönetim,
erk, düzen, köken, yaşam, ışık, görkem, tür ve varlıkların
dengeli bağıntısı)..." (24)
Yırtık pırtık giysili
bir serseri görünümü veren rahibin dilinden söz ediyor:
"Daha sonra,
serüvenlerle dolu yaşamı ve hiçbirinde kök salmaksızın
yaşadığı çeşitli yerlere ilişkin bilgi edinince, Salvatore'nin
tüm dilleri konuştuğunu, ama hiçbir dili bilmediğini anladım."
(25)
Salvatore ve William
arasındaki konuşmayı aktarıyor:
"Buraya bir Minorit
manastırından mı geldin?"
"No intendo."
Çevirmenin dipnotu
Salvatore'nin "Anlamıyorum" dediğini söylüyor. William
Ermiş Francesco'dan ve Sözde Havariler'den söz edince Salvatore
sararıyor, kaçıp gidiyor. Şadan Karadeniz Minoritler için
"Fransisken tarikatının kurucusu Ermiş Francesco tarafındani
bir alçakgönüllülük lakabı olarak Fransisken rahiplerine
verilen ad" açıklamasını veriyor. William Adso'ya
Ubertino'yu görmek istediğini söylüyor. Gidiyorlar. (26)
"Ağladı. William'ın
duygulandığı açıktı; onu kucakladı. Casale'li Ubertino ile
karşı karşıyaydık."
Adso Ubertino'nun adını
daha önce duyduğunu, hatta birinin ona "birkaç yıl önce
ölmüş olan, o günlerin en büyük ozanı, Floransalı Dante
Alighieri'nin birçok dizesinin, Ubertino'nun Arbor vitae
crucifixae'de (Dipnot: Çarmıha Gerilmiş Yaşam Ağacı)
yazdıklarının yorumundan başka bir şey olmayan bir şiir
yazdığını söylemiş olduğunu" aktarıyor. Ruhban
sınıfının İtalya yarımadasındaki gücünden, varlık
gösterilerinden, iki yüzyıl boyunca yozlaşmış papalara karşı
protesto olarak yoksul bir yaşam süren insanların oluşturduğu
akımlardan ve güç ilişklerinden söz ediyor.
"Sonunda Ermiş
Francesco geldi ve kilisenin ilkelerine ters düşmeyen bir yoksulluk
sevgisi yaydı."
"Bunun ardından, bir
alçakgönüllük ve ermişlik döneminin gelmesi gerekirdi, ama
Fransisken tarikatı büyüyüp en iyi insanları kendine çektikçe,
çok fazla güçlü ve dünyasal işlere bağımlı duruma geliyordu;
bu nedenle birçok Fransisken, hareketi bir zamanlar sahip olduğu
arılığa yeniden ulaştırmak istediler."
"O sıralarda birçok
rahip, kendisinde peygamberlik ruhu olduğuna inanılan Citeaux'lu
Joachim adında bir rahibin XII. yüzyıl başlarında yazmış
olduğu kitabı keşfetmişti."
"Yüzyılın
ortalarında Sorbonne'lu din bilginleri Joachim denen rahibin
öğretilerini mahkum etmişlerdi. Ama öyle görünüyor ki bunu
yapmalarının nedeni, Fransa Üniversitesi'ndeki Fransiskenler'in ve
Dominikenler'in (Dipnot: Vaizler ya da Kara Rahipler de denen, Ermiş
Domino tarafından 1215'te kurulmuş olan tarikat) çok bilgili
olmaları dolayısıyla sapkın olarak bir yana atılmalarının
istenmesiydi."
"Bu tasarı
gerçekleşemedi; bu da, kesinlikle sapkınolmayan Aquino'lu Tommaso
ve Bagnoregio'lu Bonaventura'nın yapıtlarının yayılmasına izin
verdiği için çok iyi oldu."
"Manastırda gördüğüm
şeyler, sapkınları yaratanların çoğu kez sorgucular olduğunu
düşündürdü bana."
"XXII. Ioannes,
1316'da seçilir seçilmez, Sicilya kralına bu rahipleri
ülkesinden kovması için mektup yazdı."
ülkesinden kovması için mektup yazdı."
"Ubertino ve
Clarenus, tarikattan ayrılma iznini sağlamayı başardılar ve biri
Benedikten'ler, öteki Celestinus yanlılarınca kabul edildi."
Adso, "Ubertino gibi
söylence olmuş bir kişiye bakarken bunları düşünüyordum"
diyerek aktarıyor:
"Üstadım beni
onunla tanıştırmış, yaşlı adam sıcak, neredeyse ateşli
eliyle yanağımı okşamıştı." (27)
Başkalarının
kusurlarını damgalayan Ubertino ve sorguculuğu artık sürdüremeyen
William'ın farklı bakışları konuşmalarında gizli bir
tartışmayla yansıyor:
"Hayvanları zevkten
daha çok heyecanlandıran bir tek şey vardır: acı. İşkence
altında, düş gördüren otların etkisindeymiş gibi olursun
tıpkı. İşkence sırasında yalnızca sorgucunun istediğini
değil, onun hoşuna gideceğini sandığın şeyleri de söylersin."
"Araştırmanı iki
doğrultuda derinleştir; gözlerini dört aç; kösnü ve kendini
beğenmişlik... Sözün onuruna, bilimin yanıltıcılığına
adanmış bu manastırda, zekanın kendini beğenmişliği..."
"Bir şey biliyorsan
bana yardım et."
"Hiçbir şey
bilmiyorum. Benim bileceğin hiçbir şey yok. Ama bazı şeyler
yürekle sezilir."
Ubertino "Bu acıklı
şeylerden konuşup da genç arkadaşımızı niçin ürkütelim?"
diyerek gök mavisi gözleriyle Adso'ya bakıp uzun ve beyaz
parmaklarıyla yanağını okşuyor. William'a soruyor:
"Bana kendinden söz
et. O zamandan beri ne yaptın? Kaç yıl geçti..."
"On sekiz yıl.
Ülkeme döndüm. Oxford'da yeniden öğrenime başladım. Doğa
bilimleri öğrendim."
"Doğa iyidir, çünkü
Tanrı'nın kızıdır o."
"Doğayı yarattığına
göre, Tanrı iyi olmalı." (28)
İmgelerin kendini
beğenmişliğinden, kurtuluştan söz ediyor:
"Deccal'in günleri
yakındır, korkuyorum William!"
"Tanrı Kenti'ni
ayakları altında çiğniyorlar; yalanla, ikiyüzlülükle, şiddetle
baştan çıkarıyorlar.İşte o zaman Tanrı, günün birinde
Deccal'le savaşsınlar diye dünya cennetinde canlı sakladığı
hizmetkarları İlyas ve Enoch'u gönderecek, çuvallara bürünmüş
olarak gelip kehanette bulunacaklar; sözle ve örnek göstererek
insanların tövbe etmesini isteyecekler..."
William, Fransisken
cüppesini göstererek "Geldiler bile, Ubertino" diye
yanıtlıyor.
Olayları aktaran Adso
yaşadıklarını yazarken, manastırdayken öğrendiklerinden daha
fazlasını biliyor, Ubertino'nun sonunu anlatıyor:
"Şimdi, aradan zaman
geçince, bildiklerimi öğrendikten sonra, yani onun birkaç yıl
sonra bir Alman kentinde gizemli bir biçimde öldürüldüğünü ve
onu kimin öldürdüğünün hiçbir zaman anlaşılamadığını
öğrendikten sonrai daha da çok ürküyorum, çünkü o gece
Ubertino'nun kehanette bulunduğu açıktı."
Bir Başrahip Joachim'den
söz ediliyor:
"Biliyor musun,
Başrahip Joachim gerçeği söylemişti. İki Deccal'in ortaya
çıkacağı, insanlık tarihinin altıncı dönemine ulaştık biz:
gizemli Deccal ve gerçek Deccal."
Ubertino, anlayıp
anlamadığını görmek için dikkatle Adso'ya bakıyor, bir
parmağını kaldırarak uyarıyor:
"XI. Benedict,
Deccal'in ta kendisiydi. topraktan çıkan hayvan! Ardılı olan
kimsenin erdemi pırıl pırıl parlasın diye, Tanrı onun gibi bir
kötülük ve eşitsizlik canavarının kilisesini yönetmesine izin
verdi."
Sonra Melek Papa'nın
geleceğini söylüyor, William orada bulunmasının nedeninin
İmparator'un tahttan indirilmesini önlemek olduğunu, Melek
Papa'nın sözünü Fra Dolcino'nun da ettiğini belirtiyor. Ubertino
"O yılanın adını bir daha ağzına alma!" diyerek
bağırıyor:
"Gerçekte Deccal'in
geleceğine inanmıyorsun; Oxford'daki hocaların sana, yüreğinin
geleceği kestirme yetilerini kurutarak mantığı putlaştırmayı
öğrettiler!"
William, Ubertino'nun
yanıldığını söylüyor:
"Hocalarım arasında
en çok Roger Bacon'a saygı duyduğumu bilirsin."
Ubertino'nun yanıtıyla
tartışma sürüyor:
"Hani şu uçan
makineler konusunda saçma sapan şeyler söyleyen."
"Açık seçik
biçimde Deccal'den söz eden, dünyanın yozlaşmasında ve bilimin
gerilemesinde onun belirtilerini sezen. Ama Bacon, kendimizi onun
gelişine hazırlamamızın bir tek yolu olduğunu öğretti, doğanın
gizlerini öğrenmek, bilimden insan türünün gelişmesi için
yararlanmak. Otların iyileştirici erdemini, taşların yapısını
inceleyerek, hatta senin güldüğün o uçan makineleri tasarlayarak
Deccal'le savaşmaya hazırlanabilirsin."
Ubertino "Senin
Bacon'unun Deccal'i, zekanın gururunu beslemek için bahaneydi"
diyerek William'a öğüt veriyor:
"Zekanı yen.
Efendimizin yaraları için ağlamayı öğren, kitaplarını at."
William "bir hayvana
benzeyen ve Babil dili konuşan" rahibi soruyor. Ubertino
"Salvatore mi? Sanırım onu bu manastıra ben armağan ettim,
kilerciyle birlikte" diyerek yanıtlıyor. Manastırın
kötülüğünü hiç bilmeyende değil, çok bilende aramasını
söyleyerek Adso'ya dönüyor:
"Çok düşünüyorsun.
Oğlum, ustan kötü örnek olmasın sana. Düşünülmesi gereken
biricik şey, yaşamımın sonunda bilincine vardım bunun,
ölümdür."(29)
Birinci günün öğle
zamanı böylece bitiyor. İkindi, Adso'nun William'la aynı yaşta
olduğunu düşündüğü Wendel'li Severinus'la tanışmalarıyla
başlıyor. Severinus bitki uzmanı olduğunu, hamamı, hastaneyi ve
botanik bahçesinin yönettiğini söylüyor. William'la şifalı
otlar ve kitaplar üzerine konuşuyorlar. Severinus, Latince adıyla
"Kutsal Okuma" ilkesini anlatıyor:
"Bu ilke, yüzyıllar
boyu, çeşitli toplulukların günlük gereksinimlerine
uydurulmuştur. Başlangıçta bu ilke, lectio divina'yı
öngörüyordu. Araştırmayı değil, tarikatımızın kutsal ve
insancıl şeylerle ilgili araştırmalarını ne denli
geliştirdiğini biliyorsun."
"Kural susku
konusunda çok katıdır; bizde de, yalnız elleriyle çalışan
rahiplerin değil, yazıp çizenlerin de öteki rahiplerle
konuşmamaları gerekir. Ama manastır her şeye karşın bir
araştırmacılar topluluğu olduğundan, rahiplerin çoğu kez
topladıkları bilgi hazinelerini aralarında değiş tokuş etmeleri
yararlıdır."
William konuyu uçurumun
dibinde bir keçi çobanı tarafından ölü bulunan Adelmo'ya
getirerek "Otranto'lu Adelmo ile çok konuşma olanağı buldun
mu?" diye sorunca Severinus şaşırmış görünmeden
yanıtlıyor:
"Ona çok sık
rastlamazdım. Zamanını elyazmalarını resimlemekle geçirirdi.
İşiyle ilgili olarak, onun bazen başka rahiplerle, örneğin
Salvamec'li Venantius ya da Burgos'lu Jorge'yle konuştuğunu
işittim."
Böylece Adso'nun
anlatacaklarında yer alacak kişiler belirmeye başlıyor. William,
Adelmo'nun otların yol açtığı türden görüntüler görüp
görmediğini soruyor, Severinus tehlikeli otları özenle
sakladığını söylüyor. William "onu uçuruma iten şeytanca
görüntüler görmüş olabilirdi" diyerek ısrar ediyor.
Severinus bir kitap gerekmediği sürece yazı salonuna hiç
gitmediğini söyleyerk Adelmo'nun yakın olduğu kişilerin adlarını
veriyor:
"Adelmo, Jorge'yle,
Venantius'la ve doğal olarak Berengar'la çok içli dışlıydı."
Severinus'un sesindeki
belli belirsiz heyecanı Adso bile seziyor, William sorguluyor:
"Berengar'la mı?
Peki niçin doğal olarak?"
"Arundel'li Berengar
kütüphane yardımcısıdır. Meslektaştılar, ikisi de aynı
zamanda çömez olmuşlardı; konuşacakları şeyleri olması
doğaldır." (30)
İkindiden sonra William
ve Adso aynı anda kırk rahibin çalışabildiği kırk pencereli
yazı salonuna giderek Deccal'i bekleyen yaşlı bir körle,
Jorge'yle tanışıyorlar. Adso, gördüğü hiçbir kitaplığın
böyle ışıl ışıl parlamadığını söyleyerek hayranlığının
nedenini tanımlıyor:
"Çünkü güzelliği
yaratan, üç şeyin uyumudur; her şeyden önce, bütünlük ya da
yetkinlik; bu yüzden yetkin olmayan şeylere çirkin deriz; sonra
gerekli orantı ya da uyum; son olarak da aydınlık ve ışık;
gerçekten de rengi açık olan nesnelere güzel deriz."
Manastırı, orada
yaşayanları ve yaşananları Adso'nun tanımlama ve
betimlemeleriyle onun gözlerinden görüyor, kütüphaneci
Hildesheim'lı Malachi'yi ve o sırada çalışmakta olan rahipleri
tanıyoruz.
"En aydınlık yerler
antik metinlerle uğraşanlara, en usta ressamlara, bölüm başlığı
yazarlarına ve el yazması kopyacılarına ayrılmıştı."
"Böylece, kuşkusuz
gelmiş geçmiş tüm insanların en bilgesi olan Aristo'ya kendini
adamış, Yunanca-Arapça çevirmeni, Salvatore'li Venantius'u
tanıdım. Retorikle uğraşan genç bir İskandinav rahibi olan
Upsala'lı Benno. Kütüphaneci yardımcısı Arundel'li Berengar."
(31)
"Sesinin tınısı
peygamberlik lütfuna ermiş birinin sesi gibi" olan Jorge, "Boş
ya da gülünecek sözlerin söylenmesi uygun değildir" diyerek
geliyor. Malachi onu tanıtıyor:
"Gördüğünüz, bu
yaşı ve bilgisiyle saygıdeğer insan, Burges'li Jorge'dir.
Grottaferrata'lı Alinardo'dan sonra manastırdakilerin tümünden
daha yaşlı olduğundan, rahiplerin çoğu günah çıkarma
gizliliği içinde günahlarını ona açarlar." (32)
Kütüphaneci yardımcısı
Arundel'li Berengar konuşurken Adso onu inceliyor, Ubertino'nun
Adelmo'yu nasıl betimlediğini anımsıyor:
"Gözleri kösnül
bir kadının gözlerini andırıyordu." (33)
İçinde dolaştıkça
Adso manastırı anlatıyor:
"Yakındaki
ahırlarda, seyisler hayvanları yemliğe götürüyorlardı.
Kıyısında, duvar tarafında birkaç ahırın, sağda, koro yerinin
yakınında rahiplerin yatakhane ve helalarının bulunduğu patika
boyunca yürüdük. Doğu duvarının kuzeye doğru döndüğü
köşede demirci ocağı vardı. Son demirciler de duaya gitmek için
araç gereçlerini bırakıp ocakları söndürüyorlardı. Willam,
bir işliğin geri kalan bölümünden hemen hemen tümüyle
ayrılmış, bir rahibin öteberisini kaldırmakta olduğu bölümüne
doğru yürüdü. Tezgahının üstünde çok küçük boyutlu renk
renk cam parçalarından oluşan çok güzel bir koleksiyon vardı;
daha büyük camlar duvara dayalıydı."
Adso manastırın
başcamcısı Morimondo'lu Nicola'yı böyle tanıdıklarını
söylüyor. Konuşmaları sırasında Nicola "birçokları bunun
büyücü ve şeytan işi olduğunu söyleyecek" deyince William
iki tür büyüden, bilimin gizlerinin her zaman herkesin eline
geçmemesi gerektiğini söyleyen Roger Bacon'dan, doğaya yön
verebilecek makinelerden, Cathay'da bir bilginin ateşe değince
büyük bir patlama ve yangına yol açarak çevresinde
kilometrelerce uzaklıktaki her şeyi yıkan bir toz bulduğundan söz
ediyor:
"Biri şeytanın
işidir ve caiz olmayan hünerlerle insanoğlunu yıkmayı amaçlar.
Bir büyü daha vardır ki kutsaldır; orada Tanrı'nın bilimi insan
bilimi aracılığıyla kendini gösterir; doğayı değiştirmeye
yarar; bir amacı da insan ömrünü uzatmaktır."
William bulunan tozun
yararını ve tehlikesini anlatıyor:
"Irmakların yatağını
değiştirmek ya da tarım alanları açılması gereken yerlerde
kayalıkları parçalamak için kullanılacak olursa olağanüstü
bir buluş. Ama birisi çıkar da onu düşmanlarına zarar vermek
için kullanırsa?"
"Eğer bunlar
Tanrı'nın kullarının düşmanlarıysa belki de iyi olur"
diyor Nicola.
William soruyor:
"Ama bugün Tanrı'nın
kullarının düşmanları kim? İmparator Ludwig mi, yoksa Papa
Ioannes mi?"
William yaptığı
görüşmeler sonunda, Adelmo'nun kendini korkuluk duvarının
üstünden atmış olabileceğini düşünüyor. Adelmo kendini
öldürmüş de olsa, bir başkası onu öldürmüş de olsa
nedenleri bulmak gerektiğini belirtip Adelmo'yla Berengar arasındaki
garip ilişki nedeniyle kütüphaneci yardımcısından gözlerini
ayırmayacaklarını söylüyor. (34)
Birinci gün akşam
yemeğiyle bitiyor, William ve Adso Başrahip'in konukseverliğinin
ve Jorge'nin öfkesinin tadını çıkarıyorlar. Adso
betimlemelerini sürdürüyor.
"Yemekhane büyük
meşalelerle aydınlatılmıştı. Rahipler, Başrahip'in büyük bir
yükselti üstüne, onlarınkine dikey olarak konulmuş masasının
başta yer aldığı bir dizi masada oturuyorlardı. Karşıda, yemek
boyunca vaaz verecek rahibin şimdiden yerini aldığı bir kürsü."
"Manastırlar
topraklarının ürünleri, ambarlarının zenginliği ve aşçılarının
ustalığıyla gurur duyarlar."
"Başrahip'in
masasında bizimle birlikte Malachi, kilerci ve en yaşlı iki rahip,
daha önce yazı salonunda tanıdığım kör ihtiyar, Burgos'lu
Jorge ile Grottaferrata'ılı Alinardo oturuyorlardı; yaşlı mı
yaşlı, neredeyse yüz yaşında, topal, kırılıverecekmiş -bana
cansızmış- gibi görünen bir rahip." (35)
Birinci gün böylece
bitiyor.
....
İKİNCİ
GÜN geceyarısı, "birkaç
saatlik gizemsel bir mutluluk, alabildiğine kanlı bir olayla
kesiliyor" girişiyle açılıyor. Betimleme ürkütücü.
"Bunlar insan
bacaklarıydı. Kanla doldurulmuş bir küpün içine başaşağı
bastırılmış bir adamın bacakları."
Yunanca bilgini
Salvamec'li Venantius bulunuyor. (36) Severinus, "zehirle ilaç
arasındaki ayrım çok incedir; Yunanlılar ikisine de 'pharmacon'
derlerdi" diyor. William ve Adso'nun rahipler arasında gerçeği
arayışı sürüyor. William Benno'ya "O gün Berengar,
Venantius, Malachi ve Jorge'yle, Adelmo'nun kenar süsleri hakkında
konuşurken ne söylendi?" diye soruyor. Benno, tartışmaları
anlatıyor. Aristo'nun esprilerden ve sözcük oyunlarından gerçeği
daha iyi ortaya koyma araçları olarak söz ettiği, Jorge'nin bu
konuları onun Poetica adlı kitabında işlendiğini söylediği
belirtiyor.
"Uzun zaman
Hıristiyanlarca bilinmeyen Poetica kitabı bize imansız Araplar
aracılığıyla ulaşmıştı."
Wiliam "Ama
Aquinas'lı melek bilginin bie arkadaşı tarafından Latince'ye
çevrildi" deyince Benno "Bu büyük kitabı ancak
Moerbake'li William'ın çevirisinden inceleyebildim" diyor.
Jorge'nin kitapla ilgili ikinci tedirginlik konusunun Stagira'lının
şiirden söz etmesi olduğunu belirttiğini ekliyor. Jorge'ye
söylediklerini aktarıyor.
"Venantius da benimle
aynı görüşteydi. Yanımızda, Hıristiyan olmayan şairleri
oldukça iyi bilen Tivoli'li Pacifico da vardı; sıra zekice
bilmecelere gelirse, hiç kimsenin Afrikalaları geçemeyeceğni
söyledi o da. Hatta Sinfosius'un balık bilmecesini de söyledi."
"Berengar gülmeye
koyuldu; Jorge onu azarladı."
"Malachi, o da
oradaydı, öfkeden deliye döndü, onu kukuletasından yakalayıp
işine gönderdi. Biliyorsunu, Berengar onun yardımcısıdır."
"Önce Venantius,
sonra da Adelmo, Berengar'ın yanına yaklaşıp bir şey sordular."
"Kitap katalogunun
yapraklarını karıştıran biri, yalnızca kütüphanecinin bildiği
işaretler arasında, sık sık 'Afrika' diye bir işaret görür,
hatta ben 'finis Africae' diye bir işarete bile rastladım."
"Malachi bana, bu
işareti taşıyan kitapların kaybolduklarını söyledi."
William ve Adso
Berengar'la konuşuyorlar:
"Kilisenin batı
duvarı boyunca yürürken, Berengar'ın yan kapıdan çıkıp
mezarlığın içinden geçerek Aedificium'a yöneldiğini
farkettik."
"Wiliam'ın Benno'ya
yaptığı gibi, onun bu ruh durumundan yararlanmaya karar verdiği
açıkça anlaşılıyordu."
Adso, William'ın
Berengar'a soluk aldırmamaya karar verdiğini belirtiyor.
"Bir insanı
konuşturmanın birçok yolu olduğunu çok iyi bilirsin." (37)
Böylece, gizemli öykünün
ayrıntıları, kişilerin özellikleri ve William'ın yöntemleri
belirginleşmeye başlıyor.
Kitapta öyle çok bilgi
var ki, bunları tam olarak kavrayarak belleğine yerleştirebilecek
bir okur, Karadeniz'in dipnotlarından da yararlanarak, Eco'nun
uzmanlık alanı olan ortaçağa bir uzman yardımcısı olarak giriş
yapmış sayılabilir.
"Kendi kendilerini
kırbaçladıkları için adlarını İtalyanca flagello (kırbaç)
sözcüğünden alan Flagellente'ler, 13. yüzyılda, İtalya'da,
Umbria'da ortaya çıkmış, daha sonra tüm İtalya'ya
yayılmışlardır."
"Adso, günümüzdeki
kadar tövbe çağrısında bulunulduğunu işitmedim hiç, ne
vaizler, ne piskoposlar, ne de benim Tinci kardeşlerim artık gerçek
bir tövbe esinleyecek durumda değil."
"Korku aracılığıyla
ruhu günahtan uzak tutup başkaldırının yerine korkuyu koymayı
umuyorlar." (38)
İkinci günün sabahını
anlatan bölümün girişinde, yazı salonunda William'ın gülmenin
mübahlığı üstüne bir konuşma yaptığı belirtiliyor. Ubertino
ve Jorge'yle tartışmalar epey yer tutuyor. William, Ubertino'ya
kendi inançlarıyla sapkınların inançları arasında çok az fark
olduğunu anlatmaya çalışıyor. Bu yüzden sorguculuktan
ayrıldığını söylüyor. Öyküye yeni adlar giriyor.
Alessandria'lı Aymaro William'a "Bu deliler evine alışabildiniz
mi?" diyer soruyor. William manastırın "ermişlik ve
bilgi bakımından değerli insanların bulundukları bir yer"
olduğunu söyleyince Aymaro karşı çıkıyor.
"Bir zamanlar
öyleydi. Rahipler rahipliklerini, kütüphaneciler
kütüphaneciliklerini bildikleri sürece."
"Parşömenleri
kazıyorlar ama çok az yeni kitap giriyor içeri."
"Biz burada,
yukarıdayız, oysa aşağıda, kentte insanlar eylemdeler."
"Bir zamanlar dünya
manastırlarımızdan yönetilirdi."
"Biz servetimizi
koruyoruz, onlarsa servet üstüne servet yığıyorlar."
Aymaro, Başrahip'in
manastırı kitaplığı korumak için kale gibi yönettiğini
söylüyor.
"Bugün artık bir
papaları bile olmayan İtalyanlar ne yapıyorlar? Alım satımla
uğraşıyorlar, üretiyorlar. İtalya kralından bile daha
varlıklılar."
"Üniversiteler için
kitap yapmalıyız ve vadide olup bitenlerle ilgilenmeliyiz."
"Kitaplığı günlük
dilde yazılan metinlere de açalım. O zaman artık Latince
yazmayanlar da buraya geleceklerdir."
William, Aymoro'nun
söylediklerinin kendi görüşleri mi, onun gibi düşünen birçok
kişinin ortak düşüncesi mi olduğunu sorunca şu karşılığı
alıyor:
"Zavallı Adelmo'nun
göçmesine acınan birçoklarının görüşü, ama uçuruma
kitaplıkta gereğinden çok dolaşan başka biri düşseydi,
üzülmezlerdi." (39)
Adso'nun sorusu üzerine
Wİlliam, Aymoro'nun sözleri üzerine bir açıklama yapıyor:
"Bir manastırda
rahipler, topluluklarının yönetimini ele geçirmek için her zaman
birbirleriyle savaşım içindedirler. Melk'te de böyledir, belki
sen daha çömez olduğun için farkına varmamışsındır. Ama
senin ülkende, bir manastırın yönetimini ele geçirmek,
İmparator'la doğrudan ilişki kurulabilecek bir makamı ele
geçirmek demektir."
"Saray yoktur burada,
şimdi artık papalık sarayı da yok. Burada kentler var."
"Tüccarlar da
krallar. Silahlarıysa para. İtalya'da paranın, senin ya da benim
ülkemdekinden değişik bir işlevi vardır."
"İtalyan kentlerinde
mallar para sağlamaya yarar. Papazlar, piskoposlar, hatta tarikatlar
bile parayı hesaba katmak zorundadırlar. Bu nedenle, doğal olarak,
erke karşı başkaldırı, yoksulluğa çağrı biçimine bürünür."
(40)
Gülün Adı, söz, yazı,
doğa, evren, insan, doğa, inanç, akıl, sınırlılık, sonsuzluk,
yaşam ve ölüm üzerine bir kitap. Söz değilse bile, yazı hiç
kolay değil öykülerin yaşandığı ortaçağda. Adso, "zavallı
Venantius'un" masasından yola çıkarak daha sonra yazı
salonlarında yaşadığı deneyime dayanarak yazıcıların
acılarından söz ediyor:
"Uzun kış
saatlerini, parmaklar kalemin ucunu tutmaktan uyuşmuş olarak masa
başında geçirmenin (normal bir ısıda bile, altı saat yazdıktan
sonra, rahibin başparmaklarına korkunç bir rahip krampının
girdiği, başparmağı ezilmiş gibi sızladığı zaman)
yazmanlara, bölüm başlığı yazıcılarına ve araştırmacılara
ne denli acı verdiğini bilirim."
El yazmalarının
kenarlarında acının ve sabırsızlığın kanıtı olarak yazılmış
yazıların bu durumu kanıtladığını belirtiyor:
"Tanrı'ya şükür,
az sonra hava kararacak."
"Ah, bir bardak şarap
olsa!"
"Bugün hava soğuk,
ışık azi bu deri pütürlü; yolunda gitmeyen bir şey var."
Venantius'un masasını
şöyle tanımlıyor:
"Sekizgen biçimindeki
avlunun çevresine sıralanmış, araştırmacılara ayrılmış
öteki masalar gibi oldukça küçüktü bu masa da; minyatürcülere
ve kopyacılara ayrılmış olan, dışarıya bakan duvarlardaki
pencereler altındaki masalar ise daha küçüktü."
"Masanın altına
konmuş bir dizi alçak rafın üstüne çözük yapraklar
yığılmıştı, hepsi de Latince olduğundan, bunların onun son
çevirileri olduğu sonucunu çıkardım."
"Sayfalar arasında
birkaç Yunanca kitap da vardı."
O zamanlar henüz Yunanca
bilmediğini, William'ın ona, Venantius'un çevirisini bitirmekte
olduğu ve kitap rahlesi üzerinde açık duran Yunanca kitabın
yazarının Lucianus olduğunu, eşeğe dönüştürülen bir adamın
öyküsünü anlattığını belirtiyor.
O sırada, gözleri
görmediği halde yanlarında belirerek onları bir kez daha şaşırtan
yaşlı Jorge'nin sesini duyuyorlar:
"Kitaplık, hem
gerçeğin, hem de yanılgının kanıtıdır."
Adso, kör bir adamın
yazı salonunda ne aradığına önce şaştığını, ama sonra
Jorge'nin manastırı çok iyi bildiğini ve her yerine
ulaşabildiğini anladığını, Jorge'nin "ayak sesleri zamanın
içinde boğulmuş kitaplığa doğru giden" Malachi'yi
görebildiğini, rahiplerin ona büyük saygı duyduğunu ve sık sık
başvurduğunu, anlaşılması güç parçalar okuduklarını ve
danıştıklarını söylüyor, örnekler veriyor:
"Göksel Yeruşalem'in
duvarlarını süslemesi gereken taşların hangileri olduğunu, ya
da Artmaspi'nin haritada Papaz Gianni'nin ülkesinin yakınlarında
gösterilmesi gerektiği yanıtını veriyordu." (41)
Tek bir cümlede geçen bu
üç özel ad bile kitabın yazılmasındaki ve çevrilmesindeki
güçlüğü gösteriyor. Adların ne kadar geçmişteki gibi, ne
kadar bugün bilindiği gibi kullanılmalı, sözcükler aktarıldığı
dilde bilinen karşılıklarına dönüştürülmeli mi? Yanıtlanması
zor sorular olduğu görülüyor.
William'ın Venantius'un
güldürü sorunlarıyla ilgilenmesinden söz etmesi üzerine Jorge
yanıtlıyor:
"O gün güldürüler
değil, gülmenin caiz olup olmadığı tartışılıyordu."
William "İsa'nın
gülmüş olabileceği düşüncesine niçin bu kadar karşı"
olduklarını sorarak "gülmenin tıpkı banyo gibi" iyi
bir ilaç olabileceğini söyleyince Jorge yanıtlıyor, William
karşı çıkıyor, tartışıyorlar:
"Banyolar iyidir.
Aquinas'lı da üzüncü dağıtmak için banyoları salık verir.
Oysa gülme bedeni sarsar, yüz çizgilerini bozar, insanı maymuna
benzetir."
"Maymunlar gülmezler;
gülmek insana özgüdür; insan ussallığının belirtisidir."
"Gülmek delilik
belirtisidir. İnsan güldüğü şeye inanmaz. Ama ondan nefret de
etmez."
"Tacitus, Calpurnius
Pisonus'un alaycılığını över; genç Plinius da şöyle
yazmıştır: 'Bazen güler, neşelenir, oynarım da, ben insanım.'
" (42)
Jorge, Pierre Abelard'dan
söz ediyor:
"Ermiş Bernardo, usu
İncil'in aydınlatamadığı soğuk, yaşamdan yoksun bir mantığın
buyruğuna vermek isteyen İğdiş Edilmiş Abelard'a karşı çıkmayı
çok iyi bildi."
"Saygıdeğer Jorge.
Abelard'a iğdiş edilmiş demekle haksızlık ediyorsunuz gibi
geliyor bana, çünkü o üzücü duruma başkalarının kötülüğü
yüzünden uğradığını biliyorsunuz."
"Günahları
yüzünden. İnsan aklına bunca güvendiğinden. Böylece basit
insanların inançlarıyla alay edildi."
"Size katılmıyorum,
saygıdeğer Jorge. Tanrı bizden, Kutsal Kitap'ın bizi karar
vermekte özgür bıraktığı birçok şeye aklımızı uygulamamızı
istiyor. Biri sizden bir görüşe inanmanızı isterse, önce bunun
kabul edilebilir olup olmadığını incelemelisiniz." (43)
Tartışma sertleşiyor,
Adso durumu "William küstahlık etmişti ama şimdi de Jorge
ağzıyla yellenmekle suçluyordu onu" sözleriyle aktarıyor.
(44)
Bir yandan da
soruşturmayla ilgili gelişmeler yaşanıyor. Benno, William'la
acele görüşmesi gerektiğini fısıldayarak hamamın arkasından
buluşmak istiyor. William, Malachi'den Venantius'un masasına bir
gözcü koymasını rica ediyor. (45)
Adso Benno'nun, William'ın
önermelerin aklın süzgecinden geçirilmesine ilişkin sözlerinden
etkilendiğini, araştırma yapan bir rahibin kitaplıktaki her şeyi
bilme hakkına sahip olduğuna inandığını belirtiyor. Adso
öğrendikçe manastırdaki kişiler ve o dünyalardaki yaşamla
ilgili ayrıntılar yansıyor.
"O konuştukça,
güzel söz söyleme sanatından hoşlanan bu henüz genç rahibin
içinin bağımsızlık özlemiyle kıpır kıpır olduğunu ve
manastır sıkıdüzeninin bilimsel kuşkusuna vurduğu zincirleri
kabul etmekte çok güçlük çektiğini fark ettik."
"Daha yeniyetme bir
rahip olmama karşın, ben de şimdiden Melk'te yaşlı bir rahipten,
genellikle kilise mensubu olmayan bir erkeğin kadına sunduğu,
üstüne şiir yazılı kağıtlar almamış mıydım?"
"Rahiplik andı bizi
kadın bedeni denen o kötülük batağından uzak tutar, ama sık
sık başka yalnızlıkların kıyısına yaklaştırır."
"Rahipler ne zamandır
Berengar'ın çok yakışıklı olduğu anlaşılan Adelmo'ya
yönelttiği sevgi dolu bakışlarıyla alay ediyorlardı." (46)
Manastırda maddi yaşam
önemli bir yer tutuyor. Adso anlatıyor.
"Kaplar, vaftiz
çanakları, her şey yapıldıkları değerli maddeyi gösteriyordu:
altın sarısı, duru fildişi beyazlığı ve billur saydamlığı
arasında her renk ve boyutta pırıl pırıl parlayan değerli
taşlar gördüm; yementaşı, topaz, rubi, safir, zümrüt,
krizolit, oniks, lal taşı, akik, ve agatı tanıdım."
Başrahip Abbone
manastırının zenginliğiyle övünüyor.
"Bu gördüğünüz
zenginlikler ve daha sonra görecekleriniz, yüzlerce yıllık
dindarlığın ve tanrıya bağlılığın kalıtımı, bu manastırın
gücünün ve kutsallığının tanığıdır." (47)
William yoksullukla ilgili
tartışmadan söz ettiğinde Başrahip, değerli taşlarının onu
alıp götürdüğü o güzel evrenden aşağı inmekte güçlük
çekiyor. Adso, Abbone'yle William'ın konuşmasını anlatıyor,
yaşananların hiç de basit olmadığı görülüyor:
"Konuşmaları bir
yanda İmparator'u Papa'yla, öte yanda Papa'yı, Perugia Ruhani
Meclisi'nde, uzun yıllar sonra da olsa, Tinciler'in, İsa'nın
yoksulluğuna ilişkin tezlerini benimseyen Fransisken'lerle karşı
karşıya getiren ikili çekişmeyle; aynı zamanda Fransisken'leri
imparatorlukla birleştiren, Ermiş Benedikten tarikatına bağlı
rahiplerin bana hala karanlık görünen araya girişiyle -bir karşı
çıkışlar ve bağlaşıklıklar üçgeninden- artık bir dörtgene
dönüşmüş olan olaylar dolantısıyla ilgiliydi." (48)
"Tanrı'nın
kullarının, çobanlar (yani kilise mensupları), köpekler (yani
savaşçılar) ve sürü, halk, diye ayrıldıklarını birçok kez
işitmiştim."
"Benediktenler sık
sık üç değil, iki büyük bölümden söz etmişlerdi; biri
dünyasal şeylerin yönetimi, ötekiyse göksel şeylerin
yönetimiyle ilgiliydi." (49)
Başka bir dünyanın
aralanan kapısından Ortaçağ çatışmaları gösteriliyor:
"Abbone'nin,
İmparator tarafından Fransisken tarikatıyla Papa'lık tahtı
arasında arabuluculuk etmek için gönderilmiş olan William'la
işbirliği yapmaya hazır olmasının nedenleri bunlar diye
düşündüm."
"Papa Ioannes
tarafından birkaç kez Avignon'a çağrılan Cesena'lı Michele
sonunda çağrıyı kabul etti, çünkü tarikatının Papa'yla kesin
bir çatışmaya girmesini istemiyordu." (50)
"Başrahip'in
imparatorluğa çok bağlı olduğu biliniyordu, ama gene de, büyük
diplomatik yeteneğinden ötürü, papalık sarayı için de
sevilmeyen biri değildi."
"Ama Papa'nın
direnişi sona ermemişti. Elçilerinin manastır toprağına ayak
basar basmaz Başrahip'in yargı yetkisine gireceklerini biliyordu;
elçileri aynı zamanda laik din adamları olduklaından bu koşulları
kabul etmiyor, İmparator yanlılarının tuzağından korkuyorlardı.
Bu nedenle, onların güvenliğinin, Papa'nın güvenini kazanmış
bir kişinin komutasında Fransız Kralı'nın bir okçu birliğince
sağlanmasını şsrt koşmuştu." (51)
"Papalık elçileri
iki cinayetin faili hala ortaya çıkarılmadan manastıra varacak
olurlarsa (ertesi gün Başrahip'in kaygıları daha da artacaktı,
çünkü cinayetlerin sayısı üçe çıkacaktı), bu duvarlar
arasında, şiddet eylemleriyle Papa'nın elçilerinin düşünce ve
davranışlarını etkileyebilecek birilerinin dolaşmakta olduğunu
kabul etmek gerekecekti." (52)
Başrahip William'a
sesleniyor:
"Unutmayın ki
Avignon'lular Minoritlerle, yani Fraticello'lara tehlikeli biçimde
yakın ve onlardan daha da çılgın olan başkalarıyla, elleri kana
bulanmış tehlikeli sapkınlarla buluşacaklarını çok iyi
biliyorlar."
William tiz bir sesle
karşı çıkıyor:
"Perugia Ruhani
Meclisi'ndeki Minorit'leri, İncil'in mesajını yanlış anlamış,
servete karşı savaşımı bir dizi kişisel kan davasına ya da
kanlı çılgınlığa dönüştüren sapkınlar takımıyla bir
tutamazsınız." (53)
William'ın konuşmasında
Pataren'ler, Valdezyenler, Katarlar gibi mezhep, hizip ve akım
adları için dipnotlarda bilgiler veriliyor, örneğin Katarlar için
şöyle deniyor:
"12. ve 13. yüzyılda,
Batı Avrupa'da yayılan sapkın bir Hıristiyan mezhebi. Katarlar
düalistik bir görüşe sahiptiler; iyiliğin yalnızca iyi
Tanrı'nın tinsel dünyasında var olduğuna, maddesel dünyanın
kötü olduğuna ve kötü bir tanrı ya da Şeytan tarafından
yaratıldığına, böylece iyi ve kötünün iki ayrı yaratıcısı
olduğuna inanıyorlardı." (54)
Başrahip, laik dünyanın
ve İmparatorluğun düzenini tehlikeye düşüren sapkınlarla
ilgili korkunç öyküler bildiğini söylüyor.
"Sonra mum
söndürülünce herkes, karısıyla kızı, dulla el değmemiş genç
kız, efendiyle köle, hatta (daha kötüsü, böyle korkunç şeyler
söylediğim için efendimiz beni bağışlasın) kızı ve
kızkardeşleri arasında hiçbir ayrım gözetmeksizin en
yakınındakinin üstüne atlamış."
"Ama görüyorsunuz,
sapkınların yasası ve yaşamı böyledir - Patarenlerin,
Katarların, Joachim'cilerin, her çeşit Tincilerin."
William Abbone'ye
"görkemli ve kutsal manastırın yalıtılmışlığı içinde,
dünayanın kötülüklerinden uzak" yaşadığını, kentlerde
yaşamın onun sandığından çok daha karmaşık olduğunu
söylüyor:
"Petros'un ihaneti,
Yehuda'nınkiyle karşılaştırıldığında solda sıfır kalır."
(55)
"Bu sapkınlıkların
birçoğunun, destekledikleri öğretilerden bağımsız olarak,
basit insanlar arasında başarı kazandığını, çünkü bu
insanlara başka bir yaşam olanağı sunduklarını söylüyorum."
"Basit insanların
yaşamı, bilgiyle ve bizi bilge kılan uyanık bir ayırdetme
duygusuyla aydınlatılmamıştır."
"Birçokları için
bir sapkın gruba katılmak, çoğu kez kendi umarsızlıklarını
haykırmanın bir başka yoludur."
"Yeryüzünde bazen
çobanları olduğumuz sürülerin içinde yaşadıkları bir
cehennem vardır." (56)
Abbone sapkınlardan söz
ediyor:
"Sapkınların,
Tanrı'nın kullarını bir arada tutan düzeni tehlikeye atan
kimseler olduklarını biliyorum. Ve İmparator'u destekliyorum;
çünkü bu düzeni benim için güvence altına alıyor. Papa'yla
savaşıyorum, çünkü tinsel erki, tüccarlar ve loncalarla
bağlaşık ve bu düzeni koruyamayacak olan kent piskoposlarına
veriyor."
Sapkınlar için tek
kuralının, Citeaux Piskoposu Arnald Amaralicus'un, sapkınlığından
kuşkulanılan Beziers kenti yurttaşlarına ne yapacakları
sorulduğunda verdiği yanıtta özetlendiğini belirtiyor:
"Tümünü öldürün!
Tanrı kendinden yana olanları tanır." (57)
William düşüncelerini
açıklıyor:
"Kutsal bir savaş da
eninde sonunda bir savaştır. Belki de bu nedenle kutsal savaşlar
olmamalıdır."
"İtalya'yı yakıp
yıkmakta olan Ludwig'in haklarını savunmak için bulunuyorum
burada."
Başrahip "barış
öpücüğü" istiyor, William'ı niçin uyardığını
açıklıyor:
"Bunlardan söz
edişimin nedeni, arada bir bağ olduğuna inanışım, anlıyor
musunuz? Burada yer alan cinayetlerle tarikatınıza mensup
kardeşlerinizin savları arasında olası bir bağ - daha doğrusu,
başkalarının kurabilecekleri bir bağ." (58)
Adso ve William bahçede
yaşlı bir adam görüyorlar. Grottaferratalı Alinardo'yla William
labirentlerden, doğrulardan, Deccal'den söz ediyorlar:
"Bu dünya tipik bir
labirent gibidir. Girişi kolay, çıkışı çetindir." (59)
"Deccal bin yıl
dolunca gelmez. Bin yıl dolunca, doğruların egemenliği başlar;
sonra doğruları şaşırtmak için Deccal gelir; sonra da son savaş
olacak."
"Ama doğrular bin
yıl hüküm sürecektir."
"Bin yıl İsa'nın
ölümünden değil, Konstantinus'un bağışından hesaplanır. Bin
yıl şimdi oldu."
"Doğruların
egemenliği sona mı eriyor yani?"
"Hesaplamak güç.
Liebana'dan Tanrı razı olsun, o hesapladı. Jorge'ye sor, o
gençtir, daha iyi anımsar."
Alinardo, yedi borazandan
söz ediyor:
"Birinci melek ilk
borazana üfledi ve kanla karışık is ve ateş çıktı. İkinci
melek ikinci borazana üfledi ve denizin üçte biri kana dönüştü."
"Üçüncü borazanı
bekle." (60)
William, Malachi'nin
yüzünün asıklığından söz edince Adso soruyor:
"Peki ama, İncil
niçin İsa'nın güldüğünü söylemiyor hiç?"
(61)
(61)
Sonra Venantius'un
alfabesini çözmeye çalışıyorlar:
"Venantius saf
olsaydı, en yaygın burç alfabesini kullanırdı. A eşittir güneş,
B eşittir Zeus."
"Alafabeyi başka bir
anahtara göre yeniden düzenlemiş."
"Bacon, bilgi elde
etmenin yolunun dil bilmekten geçtiğini söylemekte haklıydı."
"Ebubekir Ahmed bin
Alibin Vaşiyye en-Nebati, yüzyıllarca önce "Kendini Bilime
Adamışların Eski Yazıların Bilmecelerini Çözmeye Duydukları
Çılgınca İstekle İlgili Bir Kitap" diye bir kitap yazdı."
(62)
Adso, bir odada ürkütücü
boyutlarda bir devle karşılaştığını sanınca William gülüyor:
"Bir ayna bu."
Sonra optikten söz
ediyor:
"Optikle ilgili kitap
okumalısın. Kitaplığı kuranlar hiç kuşkusuz okumuşlar. En
iyileri Araplarınki. El Hazan, Görünüşlere Dair adlı kitabında,
kesin geometrik kanıtlarla aynaların gücünden söz ediyor."
Adso'dan kitapların
başlıklarını okumasını istiyor, Adso okuyamıyor:
"Yazılı değil
efendim" diyor. Okuyamıyorum. Alfabe değil bunlar. Yunanca da
değil; olsa anlardım. Kurtçuklara, küçük yılanlara, sinek
pisliğine benziyor."
William Arapça olduğunu
anlayarak benzer başka kitap olup olmadığını soruyor. Adso
birkaç tane olduğunu söylerken Latince bir kitap görüyor. El
Harezmi, Tabulae. William heyecanlanıyor:
"El Harezmi'nin,
Baas'lı Adelard tarafından çevrilmiş astronomi cetvelleri."
William devam etmesini
isteyince Adso, gözlere ve yıldızların ışınlarına dair
kitaplara geçiyor. (63)
Adso kendinden geçip
hayaller görünce Willam büyüsel bitkilerden söz ediyor:
"Geceleri kitaplığın
şeytani varlıklarca korunduğuna inandırmak için büyüsel
bitkiler koyuyor buraya."
"Bir yandan kitapta
gördüklerini büyütüyor, bir yandan da isteklerinin ve
korkularının sesini dinliyordun."
"Yarın bu konuyu
Severinus'la konuşmalıyız."
"Bu yasak bilgiler
yeri birçok kurnazca buluşla korunuyor."
"Bilgi,
aydınlatmaktan çok, gizlemek için kullanılıyor." (64)
Adso ve William hacılar
konukevine gitmek için avludan geçtiğinde binanın kapısında
durmuş ters ters onlara bakan Başrahip'le karşılaşıyorlar.
"Berengar koroda
yoktu."
William, böylece yazı
salonunda pusuya yatanın kim olduğunu anlıyor. Gece yarısı
duasında da Berengar olmuyor. (65)
....
ÜÇÜNCÜ GÜN
"Alacakaranlıktan Tansökümüne Değin" başlığı ve
ortadan kaybolan Berengar'ın hücresinde kan lekeli bir bez
bulunduğu haberiyle başlıyor. Sonra Adso yazı salonunda
tarikatının tarihçesi ve kitapların yazgısı üstüne düşünüyor.
Kütüphaneci Malachi'den izin isteyerek katalogun sayfalarına
bakarken gerçekte rahipleri inceliyor, kardeşlerinden ikisi yok
olmuşken ve birisi çevrede kaygıyla aranırken bile dingin ve
serinkanlı olabilmelerine şaşırarak hayranlığını belirtiyor,
manastırın dünyayla ilişkisini düşünüyor:
"Tarikatımızın
büyüklüğü burada işte, yüzyıllar boyu böyle adamlar, barbar
sürülerinin saldırılarını, manastırlarını yağmaladıklarını,
krallıklarını ateşe verdiklerini gördüler; ama gene de,
parşömeni ve mürekkebi sevmeyi sürdürdüler, dudaklarının
ucuyla, yüzyılları aşıp onlara ulaşmış olan, kendilerinin de
gelecek yüzyılların ötesine ulaştıracakları sözcükleri
okumayı sürdürdüler. Bininci yıl yaklaşırken okumayı ve kopya
etmeyi sürdürdüler; şimdi niçin sürdürmesinler aynı şeyi?"
(66)
"Sıradan insanlar
için zinaya kışkırtılma, laik papazlar için mal tutkusu neyse,
rahipler için bilginin ayartıcılığı da odur."
"Zihinlerinin
takıldığı bir şeyi öğrenmek uğruna ölümü; birisinin,
kıskançlıkla korudukları bir gizi öğrenmesini önlemek için
öldürmeyi niçin göze almış olmasınlar?" (67)
"Tarikatımızın tek
yozluğu bu değildi ki; gereğinden çok güçlenmişti; rahipleri
krallarla yarışıyorlardı. Abbone, bir hükümdar debdebesi içinde
hükümdarlar arasındaki anlaşmazlıkları çözmeye çalışan bir
hükümdar örneği değil miydi?"
"İçinde bulunduğum
manastır belki de bilgi üretme ve bilimi yeniden kurmaktaki
üstünlüğüyle övünecek en son manastırdı. Ama belki de bu
yüzden, rahipler kutsal bir iş olan kopya işinden hoşnut
değildiler artık; yenilik tutkusunun dürtüsüyle doğanın yeni
tamamlayıcılarını da üretmek istiyorlardı."
"Böyle davranırken
üstünlüklerinin yıkımını kutsadıklarının farkında
değildiler. Çünkü üretmek istedikleri bu yeni bilgi, bu
duvarların dışında serbestçe dolaşacak olursa, bu kutsal yeri
bir katedral okulundan ya da bir kent üniversitesinden ayırdedecek
hiçbir şey kalmazdı artık." (68)
Adso, Salvatore'nin
anlattıklarının ve kendi yaşadıklarının yorgun zihninde
düzleşip tek bir imge oluşturmuş olabileceğini söylüyor:
"Gerçekten, altının
anısını dağın anısıyla birleştirerek, bir altın dağ
kavramını oluşturabilen imgelemin gücüdür bu."
William'ın (ve bazı
rahiplerin) halkı ve bilgisizleri belirtmek için kullandığı
"basit insanlar" tanımından, zorbalardan ve Salvatore'den
söz ediyor:
"İtalyan
kentlerinde, bilgilerini halk diliyle ortaya koysalar da, kilise
mensubu olmayan, ama bilgisiz de olmayan tüccar ve zanaatçılara da
rastladım. Hem ona bakılırsa, o sıralarda yarımadayı yöneten
zorbaların bazıları tanrıbilim, tıp, mantık bilmiyorlardı.
Latince de bilmiyorlardı, ama kesinlikle basit ya da bilgisiz
değildiler."
"Yüzyıllar boyu
açlığa ve beylerin zorbalığına boyun eğmiş bir kırsal
bölgeden geliyordu. Basitti, ama aptal değildi. Başka bir dünyanın
özlemini çekiyordu."
Salvatore'nin dolaştığı
yerlerden, insanların para harcamadan yaşayacağı düşsel bolluk
ülkesi Cockaigne'den, Avrupa'da dolaşan sahte rahiplerden,
şarlatanlardan, dolandırıcılardan, dalaverecilerden,
dilencilerden, sakatlardan, göçmenlerden, gezginlerden, halk
ozanlarından, papazlardan, Yahudiler'den, delilerden, kaçaklardan,
hırsızlardan, eşcinsellerden, zanaatçılardan, daha birçok
gruptan söz ediyor, ayrıntılar veriyor:
"Rieti ormanında bir
tariki dünya gibi yaşayan ve tensel edimin günah olmadığının
doğrudan doğruya Kutsal Ruh tarafından kendisine açıklanmış
olmasıyla övünen rahip Paolo Zoppo'dan söz edildiğini
işitmiştim, bacılar dediği kurbanlarını baştan çıkarıyor,
onları çıplak etlerinin kırbaçlanmasına boyun eğmeye zorluyor,
içlerinden beşine yerde bir haç biçiminde diz çöktürüyor,
sonra da onları Tanrı'ya sunuyor ve barış öpücüğü dediği
öpücüğü istiyorlardı onlardan."
"Günün birinde,
çobanlar ve halktan oluşan kalabalık bir yığın denizi geçip
inanç düşmanlarına karşı savaşmak için toplanmışlardı.
Bunlara Çobanlar deniyordu."
"Paris kalesine
girdikleri zaman karşı koymaya çalışan Paris rektörünü
öldürüp merdivenlerden aşağı attılar, tutukevinin kapısını
kırdılar."
"Orada burada
karşılarına çıkan tüm Yahudileri öldürüyorlar, mallarını
yağmalıyorlardı."
Adso, Salvatore'ye
Yahudileri niçin öldürdüklerini sorunca Salvatore "Niçin
öldürmesinler?" diyerek insanın gerçek düşmanları çok
güçlü olursa daha güçsüz düşmanlar seçtikleri yanıtını
veriyor. Adso, yalnızca güçlülerin gerçek düşmanlarının
kimler olduğunu her zaman bildiğini, Beyler'in Çobanlar'ın
mallarını tehlikeye düşürmesini istemediklerini, bu yüzden de
Çobanlar'ın önderlerinin en büyük servetin Yahudilere ait olduğu
düşüncesini yaymasının büyük bir şans olduğunu düşünüyor.
(69)
William, Adso'ya sapkınlık
ırmağından ve kuşkulardan söz ediyor.
"Bir insan yakıldığı
zaman, onun bireysel özü yakılmış ve somut bir varoluş biçimi
olan, bu nedenle de onun varlığını sağlamış olan, en azından
Tanrı'nın gözünde, özde iyi olan şey hiçliğe indirgenir."
"Bazen hala ırmak
olanla çoktan deniz olanı ayırt edemezsin."
"Irmak Tanrı'nın
kenti ya da doğruların krallığıdır; bininci yıl yaklaşmaktadır
ve bu belirsizlik içinde artık ayakta kalamıyor; yalancı ve
gerçek peygamberler doğuyor, her şey Armageddon'un yer alacağı
büyük ovaya doğru akıyor."
"Biz Fransiskenler
arasında, üçüncü bir çağın ve Kutsal Ruh'un yeniden egemen
olacağı düşüncesinin her zaman canlı kaldığı doğrudur."
(70)
"Valdezyenler, Kilise
içinde tinsel bir reform yapılmasını öngörüyorlardı."
"Katarlar ise başka
bir kilise, başka bir Tanrı ve sağtöre (ahlak) anlayışı
öngörüyorlardı."
"Bizim kutsal Ana
Kilise'miz gibi çok katı bir hiyerarşi kurmuşlardı; hiçbir erk
biçimini ortadan kaldırmayı bir an için bile düşünmüyorlardı."
Bunun yöneticilerin,
toprak sahiplerinin, feodal beylerin Katarlar'a katılma nedenlerini
açıkladığını söylüyor. (71)
Adso güzel Isotta'yı
ölüme mahkum etmek zorunda kalan Kral Mark'la ilgili bir öykü
anımsadığını söyleyince William "Görüyorum ki bir
Benedikten çömezi olarak tuhaf şeyler okumuşsun" diyerek
takılıyor." "Bir çömezin sevi öyküleri okumaması
gerektiğini bilen" Adso kızarıyor. (72)
Adso Ermiş Francesco'nun
kuşlara yardım etmesiyle ilgili öyküyü duyduğunu söyleyince
William "Sana yanlış bir öykü anlatmışlar" diyor,
Francesco kent halkı ve yöneticileri kendisini anlamayınca
mezarlığa giden Ermiş Francesco'nun kuzgunlar, saksağanlar,
şahinler, leşle beslenen yırtıcı kuşlarla konuşmaya
başladığını söylüyor.
"Gelin, yüce
Tanrı'nın büyük şölenine katılın, kralların etini,
tribünlerin ve kendini beğenmişlerin etini veatların ve onların
üstüne binenlerin etini ve özgür ve tutsak küçük büyük tüm
insanların etini yiyin."
"Yüzyıllar boyunca
Papa ve İmparator erk için giriştikleri savaşlarda birbirlerini
parçalarken, dışlanmışlar gerçek cüzamlılar gibi kıyıda
yaşamayı sürdürdüler." (73)
William, sapkınlığın
yanılgısını açıklıyor:
"Herkes sapkındır,
herkes ortodokstur; bir akımın sunduğu inancın önemi yoktur;
önemi olan sunduğu umuttur." (74)
"Halk dili artık
kentlerin dili oldu, Latince ise Roma'nın ve manastırların dili."
"1179'da toplanan
Lateran Konseyi'nde (görüyorsun yüz elli yıl öncesine ilişkin
olaylar bunlar), Walter Map, o budala, bilgisiz Valdezyenlere
güvenilecek olursa neler olacağı konusunda uyarılarda bulundu."
(75)
"Kentler dilenci
tarikatlarını, özellikle de biz Fransiskenleri tutuyorlardı;
çünkü biz tövbe gereksinimi ile kentsel yaşam; kilise ile alım
satım işlerinden başka bir şey düşünmeyen kentsoylular
arasında uyumlu bir denge sağlanmasına izin veriyorduk." (76)
"Roger Bacon'dan daha
önce söz etmiştim sana. Belki de gelmiş geçmiş en akıllı adam
değildi, ama bilim sevgisini esinleyen umudu beni her zaman
büyülemiştir."
"Yoksulların,
dışlanmışların, budalaların ve okur yazar olmayanların çok
kez Tanrı'nın ağzından konuştuklarına inanmasaydı, iyi bir
Fransisken olamazdı."
"Basit insanlarda,
çoğu zaman geniş kapsamlı, genel yasalar ortaya çıkarma
çabaları içinde yiten okumuşlarda olmayan bir şey var. Bir
bireyin sezgisi var onlarda." (77)
"Bugün durum
değişti; manastır ve katedrallerin dışında, hatta
üniversitelerin bile dışında bilim adamları yetişiyor. Örneğin
bu ülkede, yüzyılımızın en büyük filozofu bir rahip değil,
laik biriydi." (77)
"Bacon'un sözünü
ettiği bilim kuşkusuz bu önermelere dayanıyor."
"Bilim önermeler ve
onların terimleriyle uğraşır; terimler de tekil nesneleri
belirtirler."
"Önermemin
doğruluğuna inanmalıyım; çünkü onu deneyle öğrendim; ama ona
inanmak için evrensel yasalar olduğunu varsaymalıyım."
"Ama onlardan söz
edemiyorum; çünkü evrensel yasaların ve kurulu bir düzenin var
olduğu kavramının kendisi, Tanrı'nın bunların tutsağı
olduğunu sezdirir; oysa Tanrı öylesine saltık (Kendi başına var
olan, hiçbir şeye bağlı olmayan, bağımsız, koşulsuz, mutlak)
bir biçimde özgür bir şeydir ki, eğer isterse isteminin tek bir
edimiyle dünyayı değiştirebilir." (78)
William, uzun ve derin bir
felsefi tartışmadan sonra, Venantius'un şifresini Adso'ya
açıklıyor.
"Sevil'li İsidor'un
onları sınıflandırdığı gibi, Koç burcu ve ilkbahar noktasıyla
başlayıp Balık burcuyla bitirirek. Şimdi bu anahtarı uygulamayı
denersen, Venantius'un mesajı anlam kazanır."
"Karşında,
alçakgönüllü bilgisi ve Tanrı'nın sonsuz gücüne borçlu
olduğu azıcık yeteneğiyle, birkaç saatte yazanın kendinden
başka herkese mühürlü olduğuna inandığı gizli bir şifreyi
çözmeyi başarmış değerli bir Fransisken var." (79)
Günbatımında Başrahip,
İoannes'in Fransız askerlerinin komutanlığına getirdiği ve
elçilerin güvenliğinin sorumluluğunu verdiği adamın adını
kaygıyla açıklıyor. Bernardo Gui böylece sahneye çıkıyor.
William, Adso ve Başrahip'in anlamadığı kendi dilinde bir tepki
veriyor. William Bernardo'nun Toulouse bölgesinde yaşayan
sapkınların başbelası kesildiğini; Valdezyenleri, Beghard'ları,
Fraticelli ve Dominikenleri kovuşturmak ve yok etmekle görevli
olanların yararlanması için bir de kitap yazdığını söylüyor.
(80)
Başrahip Abbone,
Berengar'ın başına ne geldiğini sorarak William'ın olayı hemen
aydınlatmasını beklediğini hissettiriyor. William kendini
savunuyor:
"Ben uzun zaman önce
bazı etkin soruşturmalar yürütmüş olan bir rahibim yalnızca.
Gerçeğin iki günde ortaya çıkarılamayacağını biliyorsunuz.
Hem bana nasıl bir yetki verdiniz? Kitaplığa girebiliyor muyum?"
Başrahip, cinayetlerle
kitaplık arasında ilişki göremediğini belirtiyor. William
Adelmo'nun minyatürcü, Venanius'un çevirmen, Beranda'ın ise
kütüphaneci yardımcısı olduğunu söyleyerek açıklıyor.
Abbone uzaklaştıktan sonra William Adso'ya mercekler olmadan
elyazmasını okuyamayacağını, bu yüzden gece kitaplığa
girmenin anlamı olmayacağını söylüyor. Bu sırada Morimondo'lu
Nicola kötü haberi getiriyor, William için hazırlamaya çalıştığı
camların çatladığını, karanlık çökmekte olduğu içim o gün
artık çalışılamayacağını söylüyor. William'ın canı çok
sıkılıyor. Labirentte yollarını nasıl bulacaklarını
düşünüyor. Doğu kulesinin içinden çıkıldığını
bildiklerini, "kuzeyin nerede olduğunu bildiren" bir
makineleri olsaydı hangi yöne gittiklerini anlayarak yollarını
bulabileceklerini söylüyor. (81)
William labirentin
bulmacalarını çözebilmek için düşünmeyi ve araştırmayı
sürdürüyor:
"Tamam Adso,
matematik biliminden yararlanacağız. İbni Rüşt'ün dediği gibi,
yalnız matematik bilimlerde, bizce bilinen nesneler mutlak olarak
bilinen nesnelerle özdeşleşebilirler." (82)
William sonunda bir çözüm
bulup anlatınca Adso hayranlıkla soruyor ve aydınlanıyor:
"Peki ama nasıl
oluyor da, kitaplığın gizemini içindeyken çözememiştiniz de,
dışarıdan bakarak çözebildiniz?"
"Tanrı da dünyayı
böyle bilir; çünkü onu yaratmadan önce dışarıdan
bakıyormuşçasına zihninde tasarladı." (83)
Akşam duasından sonra
Ubertino, Fra Dolcino'nun öyküsünü anlatıyor. Adso, Ubertino'yla
konuşma yürekliliğini göstererek öğüt isteyeceğini söylüyor,
Ubertino soruyor:
"Seni kaygılandıran
nedir? İstekler, değil mi? Tensel istekler mi?"
Adso kızararak
yanıtlıyor:
"Hayır, olsa olsa
zihinsel istekler."
Başkalarını yoldan
çıkaran kötü bir adamdan, Fra Dolcino'dan söz edildiğini
duyduğunu, zararlı sapkınlık otunu öğrenmek istediğini
söylüyor.
Adso sordukça Ubertino
anlatıyor, Fransiskenler'in suçlanmasından, Minoritler'in Papa'nın
yetkesini tanımamak gerektiğini söylemelerinden, Gherardo'nun
yanılıp kendini sapkınlıkla lekelediğinden, yeni bir tarikat
topluluğu kurmak isteyen herkesin Ermiş Francesco'nun tarikatından
mutlaka bir şey aldığından söz ediyor. Adso "Minoritler
özel mülkiyeti savunmuyordu" deyince Ubertino "Minoritler
yoksul olmak istiyorlar ama hiçbir zaman başkalarından yoksul
olmalarını istemediler" diyor.
"Sonra iyi
Hıristiyanlar sana haydut damgasını vururlar, Gherardo'ya da böyle
oldu."
"İsteminin gücünü
ve erdenliğini sınamak için bazı kadınlarla yattğı söylendi."
"Fiore'li Gioacchino
büyük bir peygamberdi. Francesco'nun kilisesinin yenilenmesinin
işaretini vereceğini ilk anlayan o oldu. Ama sözde peygamberler,
onun öğretisini kendi çılgınlıklarına gerekçe olarak
kullandılar. Segarelli yanında bir kadın peygamber gezdiriyordu.
Tripia ya da Ripia diye biri; kendisine peygamberlik bağışlandığını
öne sürüyordu."
"Dolcino, bir papazın
piçiydi."
"Tanrı'nın tek
gerçek havarisinin kendisi olduğunu, her şeyin sevgide ortak
olması gerektiğini, bütün kadınlarla ayrım gözetmeksizin
yatmanın meşru olduğunu, bunun için karısıyla ya da kızlarının
biriyle yatsa bile hiç kimsenin zinayla suçlanamayacağını öne
sürüyordu."
"Fra Dolcino'ya kötü
demek için sonra ne yaptığını bilmek yeter."
"Nasıl olup da Sözde
Havariler'in öğretilerini benimsediğini bilmiyorum bile. Belki de
gençliğinde Parma'ya yolu düşmüş, Gherardo'yu dinlemiştir."
"Vaaz vermeye
Trento'da başladığıysa kesinlikle biliniyor. Orada, soulu bir
aileden Margherita adında çok güzel bir kızı baştan çıkarmış,
ya da o onu baştan çıkarmış."
"Şeytan erkeklerin
yüreğine kadın kılığında girer." (84)
Ubertino, Dolcino'nun laik
din adamlarına, vaizlere ve Minoritlere Şeytan'ın elçileri
dediğini, Tanrı'nın kullarının yaşamını dört döneme
ayırdığını söylüyor, Adso sorular sorarak, araya girip kendi
sözlerini ve yaşamının daha sonraki dönemlerinde edindiği
bilgileri de ekleyerek aktarıyor:
"İsa'nın gelişinden
önceki Eski Ahit dönemiydi; atalar ve peygamberler dönemi; bu
dönemde evlilik iyi bir şeydi; çünkü Tanrı'nın kulları
çoğalmak zorundaydılar. İkincisi, İsa'nın ve havarilerinin
dönemiydi; bu bir ermişlik ve erdenlik dönemiydi. Sonra üçüncü
dönem geldi; bu dönemde papalar önce halkı yönetebilmek için
dünyasal zenginlikleri kabul etmek zorundaydılar; ama insanlar
Tanrı sevgisinden uzaklaşmaya başlayınca Benedict geldi ve her
türlü dünyasal malı yadsıdı; Benedict'in rahipleri de yeniden
servet biriktirmeye başlayınca, Ermiş Francesco ve Ermiş Dominic
geldiler; dünyasal erk ve zenginliğe karşı Benedict'ten de sert
konuşuyorlardı. Ama sonunda, şimdi birçok din adamının yaşamı
yeniden bütün bu iyi ilkelerle çelişince, üçüncü dönemin
sonuna geldik; böylece havarilerin öğretilerine dönmek gerekti."
"Dolcino bu üçüncü
yozlaşma dönemine bir son vermek için bütün din adamlarının,
rahiplerin ve papazların çok acımasız bir ölümle ölmeleri
gerektiğini söylüyordu; bütün kardinal ve piskoposların,
papazların, rahibelerin, erkek kadın bütün dindarların, vaizci
tarikatlara bağlı olan herkesin, Minoritlerin, tarikidünyaların,
hatta Papa Bonifacio'nun kendisinin bile, Dolcino'nun seçmiş olduğu
bir imparator tarafından yok edilmeleri gerektiğini söyledi; bu
imparator da Sicilya İmparatoru Federico'ydu."
"
Ama bu Federico, Umbria'dan kovulan Tincileri Sicilya'ya kabul eden Federico değil miydi? İmparatorun -gerçi şimdi imparator, Luawig ama- Papa'nın ve kardinallerin dünyasal erkini yok etmesini isteyenler de Minoritler değil miydi?"
Ama bu Federico, Umbria'dan kovulan Tincileri Sicilya'ya kabul eden Federico değil miydi? İmparatorun -gerçi şimdi imparator, Luawig ama- Papa'nın ve kardinallerin dünyasal erkini yok etmesini isteyenler de Minoritler değil miydi?"
"Minoritleri hiçbir
zaman İmparator'dan başka papazları öldürmesini istemediler."
"Yanılıyordu; şimdi
biliyorum bunu. Çünkü birkaç ay sonra Bavyera'lı, Roma'da kendi
tarikarını kurunca, Marsillo ve öteki Minoritler, Papa'ya bağlı
olan dindarlara Dolcino'nun yapılmasını istediği şeyi aynen
yaptılar."
"Kutsallık,
Tanrı'nın ermişlerinin bize söz verdiklerini dünyasal yollardan
elde etmeye çalışmaksızın, Tanrı'nın bize vermesini beklemek
mi demekti? Şimdi bunun böyle olduğunu biliyorum; Dolcino'nun
niçin yanıldığını da. İnsan nesnelerin dönüşümünü
tutkuyla umsa da, onların düzenini değiştirmemeli."
"Dolcino, 1303
yılında yazdığı ikinci bir mektupta kendini Havariler
topluluğunun yüce başkanı, hain Margherita (bir kadın) ve
Bergamo'lu Longino'yu, Novaro'lu Federico'yu, Alberto Carentino ve
Brescia'lı Valderico'yu da yardımcıları olarak atadı."
"Bu arada kış
gelmişti; 1305 yılının kılı; son onyılların en sert kışı;
çevrede büyük bir açlık vardı."
"Korkunç kıyımlar
oldu, ama sonunda asiler teslim olmaya zorlandılar; Dolcino ve
adamları yakalandılar; haklı olarak yakıldılar."
"Güzel Margherita da
mı?"
"Güzel olduğunu
anımsıyorsun, değil mi? Söylendiğine göre güzelmiş; ülkenin
birçok beyi, serserinin elinden kurtarmak için onunla evlenmeye
kalkışmış. Ama o istememiş; aşığı olacak o tövbe bilmez
gibi, o da tövbe etmeden öldü."
"Manastırın
kilercisinin, hatta belki Salvatore'nin de Dolcino'yla
karşılaştıklarını ve şu ya da bu biçimde onun yanında
bulunduklarını öğrendim."
"Kilerciyi bir
Minorit manastırında tanıdım. Dolcino'yla ilgili olaylardan
sonra. O yıllarda birçok Tinci, Ermiş Benedict'in tarikatına
sığınmaya karar vermeden önce tedirgin bir yaşam sürmüş,
manastırlarını bırakmak zorunda kalmışlardı.
Adso'ya "en
olağanüstü bir yaratık biçimine bürünse de Babil yosmasından"
sakınmasını söyleyen Ubertino, "Ne yazık ki ten güçsüzdür"
diyor. Meryem Ana'nın heykelini gösteriyor. "Temiz sevgiyi
öğrenmelisin" diyor, öğütler veriyor, uyarıyor:
"Doğaüstü sevginin
ateşini, duyuların bayıltıcılığından ayırdetmeyi
öğrenmelisin."
"Margherita'nın
baştan çıkarıcılığı olmasaydı, Dolcino kendini
lanetlemezdi."
"Pareta Calva'daki
pervasız, açık saçık yaşam olmasaydı, Dolcino'nun
başkaldırmasının büyüsüne daha az insan kapılırdı."
"Sevginin birçok
özelliği vardır; ruh önce yumuşar; sonra hasta düşer; ama
sonra tanrısal sevginin gerçek sıcaklığını duyar; o zaman
ağlar, inler, eriyip kireç olması için ocağa atılan taşa
döner."
Adso soruyor: "İyi
sevgi bu mudur?" Ubertino başını okşuyor: "Evet,
sonunda bu, iyi sevgidir. Ama ne zordur."
Adso kiliseden çıkmıyor.
Ubertino'yla yaptığı konuşmanın etkisiyle kitaplığa yalnız
gitmeye karar veriyor:
"Ubertino'yla
yaptığım konuşma ruhumda ve bağrımda tuhaf bir ateş,
anlatılmaz bir kıpırtı uyandırmıştı."
"Ne aradığımı
kendim de bilmiyordum. Bilinmeyen bir yeri kendi kendime keşfetmek
istiyordum."
Masaların arasında
dolaşırken gördüğü bir elyazmasının başlığı ilgisini
çekiyor. "Historia fratris Dulcini Heresiarche". Sapkın
rahip Dolcino'nun öyküsü. 1307 Mart'ında, Kutsal Pazar günü
yakalanan Dolcino, Margherita ve Longino'nun Biella kentine nasıl
götürüldüklerini, Papa'nın kararını bekleyen piskoposa teslim
edildiklerini öğreniyor:
"Papa haberi alınca
Fransa Kralı Philip'e iletmişti."
"Papa tutuklulara
karşı acımasız davrandı ve Piskopos'a onları ölüm cezasına
çarptırmasını buyurdu."
"Aynı yılın Temmuz
ayının birinci gününde, sapkınlar laik makamlara teslim
edildiler."
"Sapkınlar bir
arabaya konup kenti bir baştan bir başa dolaştırıldılar."
"Önce Margharita
yakıldı, ardından Dolcino."
Adso altüst oluyor,
Toscana'ya gelişinden sonra tanık olduğu bir sahneyi anımsayınca
bunun nedenini anlıyor:
"Fraticello'lardan
söz edildiğini ilk kez, onlardan birinin Floransa'da yakıldığını
gördüğüm dünlerde işitmiştim. Pisa'da William Birader'le
buluşmadan az önceydi. Kente gelişini geciktirmişti; babam da,
güzel kiliselerinin övgüsünü duyduğum Floransa'yı ziyaret
etmeme izin vermişti."
"Michele adındaki bu
rahibin aslında, Ermiş Francesco'nun sözlerini yineleyerek tövbe
ve yoksulluk üstüne vaaz veren çok dindar bir insan olduğunu,
yargıçların karşısına bazı kadınların kötülüğü yüzünden
çıkarıldığını söylediklerini işitiyordum."
Adso Michele'nin neye
inanıyorsa ona uyacağını bağırarak söylediğini duyuyor.
"İsa'nın yoksul olduğuna ve çarmıha gerildiğine, Papa
XXII. Ioannes'in ise bunun tersini söylediği için sapkın
olduğuna" inandığını belirtiyor. Piskoposluk sarayına
gittiği zaman görebildiği ve bir bölümünü levhasına kopya
edebildiği parşömenden Michele'nin günahlarının ve suçlarının
bir bölümünü "okurun bilgece değerlendirebilmesi için"
aktarıyor:
"Tanrı'yı
gözlerinin önünde bulundurmayıp insan türünün düşmanı
olarak gören, bile bile, önceden tasarlayarak ve kafası ve
gönlüyle isteyerek sapkın gibi davranan, Johannes denen Michaelus
Iacobus Birader, yoksul yaşam süren bu sapkın ve kuşkucu
Fraticello'larla birlikte olmuş ve onlarla konuşmuş ve Katolik
inancına karşı onların hiziplerini ve sapkınlıklarını izlemiş
ve izlemektedir."
"Kısaca deniyordu ki
adı geçen Minorit, Ermiş Aquino'lu Tommaso'nun, ne ermiş
olduğunu, ne de sonsuz kurtuluşa kavuştuğunu, tersine lanetlenmiş
olarak kaldığını söylemiş." (85)
İdam günü gelip çatınca
Michele'ye "kutsal ana kilisenin görüşünü kabul etmek
varken niçin direndiği" soruluyor. Michele katılığını
koruyor, "Çarmıha gerilen yoksul İsa'ya inanıyorum ben"
diyor. Adso ona gösterilen tepkinin şiddetine bir anlam veremiyor:
"Kilise mensuplarının
ve laik kesimden kimselerin, yoksulluk içinde yaşamak isteyen ve
İsa'nın dünya malına sahip olmadığını öne sürenlere karşı
niçin bu denli sert davrandıklarını anlamıyordum."
Adso'nun yanında duran
biri, yoksul bir yaşam süren bir rahibin halka kötü örnek
olduğunu, sonra böyle davranmayan rahiplere halkın değer
vermeyeceğini, rahiplerin yoksul bir yaşam sürmelerini istemenin
insanı İmparator yanlısı kıldığını, bununsa Papa'nın hoşuna
gitmediğini söylüyor.
Adso, yine de rahip
Michele'nin İmparator'u hoşnut kılmak ya da tarikatlar arasındaki
bir sorunu çözmek için neden böyle korkunç biçimde ölmek
istediğini anlayamıyor. Çevredekilerin bazılarının sözleri de
yanındakinin açıklamasını destekliyor:
"O ermiş değil,
yurttaşlar arasında uyuşmazlık çıkarsın diye Ludwig tarafından
gönderilmiş; hem Fraticello'lar Toscana'lı, ama arkalarında
İmparator'un adamları var." (86)
Adso labirentte ve
kitaplarda geziyor, "De te fabula narratur" diyor, "Senin
hakkında öykü anlatılıyor". Başka bir kitap açıyor,
'mulier amicta sole' sayfasına rastlıyor, 'güneşe bürünmüş
kadın', minyatürdeki kadının çizgilerini, yüzünü göğsünü
yuvarlak kalçalarını, Uberto'yla birlikte gördükleri Bakire
Meryem yontusuyla karşılaştırıyor, iki imge çakışıyor. Sonra
Adso ayışında bir kadın görüyor. Esriklik ve uyarılmışlık
onu yönlendiriyor. "Gerçek bölünmez bir bütündür"
diyerek gördüklerini ve yaşadıklarını anlatıyor.
"Evet, bir kadındı
bu. Daha çok bir genç kız. O zamana dek (Tanrı'ya şükür, o
zamandan beri de), o cinsten yaratıklarla çok az yakınlığı
olduğundan kaç yaşlarında olduğunu tahmin edemiyor. İnsan
gerçeğinin onda bıraktığı izlenime, küçük bir kış kuşu
gibi titreyen kızın ona valde bona, çok iyi görünmesine şaşıyor.
Kız Adso'nun Latincesini anlamıyor, Adso'ya "Ne gençsin, ne
güzelsin..." gibi bir şeyler söylüyor. Kızın konuştuğu
halk ağzını Adso çok az bilse de anlıyor. Sonra kız giysisinin
önünü kapatan bağcıkları çözüyor. Adso onun göğüslerini
iki geyiğe, zambakların arasında otlayan ikiz karıncalara
benzetiyor. Kendini onun bedeninin üstünde buluyor, kız onu
ağzından öpüyor, aşk oyunları için "şaraptan daha
lezzetli" diyor, "yüzün büyüleyici" diyor, "beni
aşktan çılgına döndürdün" diyor, memelerini üzüm
salkımlarına benzetiyor. (87) Gülün Adı, Sayfa 343-350
Adso çok sonraları,
titreyen eliyle bu yaşadıklarını yazarken, Fraticello Michele'nin
şehit bedenini yakan ateşi betimlerken kullandığı sözcükleri
kullanıyor. Farklı olguları benzer adlarla niteleyen gizemli bir
us olduğunu, böylece kutsal nesnelerin de dünyasal terimlerle
adlandırıldığını, aynı simgeler kullanılarak Tanrı'ya aslan
ya da kaplan denebildiğini söylüyor. "Ateş ve uçurum
sevgisi Tanrı sevgisinin üstü kapalı benzetimiyse, ölüm
sevgisinin ve günah sevgisinin de benzetimi olabilir mi?" diye
soruyor. "Evet, olabilir; tıpkı aslan ve yılanın aynı
zamanda hem İsa'nın hem de Şeytan'ın benzetimleri olması gibi"
diyor. "Sevginin kılıcıyla açılmış bir yaradır, dünyada
bundan daha tatlı, aynı zamanda bundan daha korkunç bir şey
yoktur" diyor. Ona gençlliğindeki her şeyin iyi ve güzel
olduğunu duyumsatanın ilerlemiş yaşı olduğunu söylüyor.
William Adso'yu hoşgörüyle
dinliyor ama bitirince yüzü asılıyor, zina etmeyesin buyruğuna
karşı günah işlediğini belirtiyor.
"Kadının nasıl bir
kışkırtma kaynağı olduğu konusunda İncil'de yeterince söz
söylenmiştir. Eski Ahit, kadınlara ilişkin olarak der ki, kadının
konuşması ateş gibidir; atasözleri de kadının, erkeğin ruhuna
egemen olduğunu, en güçlüleri bile yıkıma uğratabileceğini
söyler."
Ama Tanrı'nın böyle
kötü bir varlığı ona bazı erdemler bağışlamaksızın
yaratmış olabileceğine kendimi inandıramıyorum" diye
ekliyor.
Olaylar ve gerilimse
kesilmiyor. William ve Adso hastanenin yanındaki hamama giderek
ceset arıyorlar. (88)
Bulduklarında üçüncü
gün bitiyor.
....
DÖRDÜNCÜ GÜN
başlarken Severinus "Boğularak ölmüş" diyor. "Ama
başka biriyle boğuşmamış" yorumunu yapıyor William. Adso
"Yanıtı bulduk" dediği anda William onun tasımlara çok
fazla güvendiğini söylüyor. Her zaman mantığın evrensel bir
silah olduğuna inanmış olan Adso, bu kez mantığın
geçerliliğinin onun nasıl kullanıldığına bağlı olduğunun
bilincine varıyor. William Severinus'tan ölünün diline bakmasını
istiyor, sonra akıl yürütüyor, ölenlerin kendi istekleriyle
yaptıkları, dalgınlık ya da düşüncesizlikten ileri gelemyen
bir eylem sonucu ne yaptıklarını bilerek ağızlarına bir şey
yakalayıp attıklarını söylüyor. Bir yiyecek, bir içki, bir
çalgı örnekleri veriliyor. (89) Zehiri bilen üçüncü bir
kişiden, şifalı otlarla ilgili Severinus'un aradığı bir
kitaptan, konuyu Malachi ve Berengar'ın bildiğinden söz ediliyor.
(90)
William konuştuğu
kişileri şaşırtıyor, Salvatore'ye birden "Remigio'yu ne
zaman tanıdın, Dolcino'nun yanına girmeden önce mi, sonra mı?"
diye soruyor. Salvatore kilerciyi ele veriyor, birlikte Casale
manastırına girdiklerini söylüyor. William sorguluyor, köy
sakinlerinin ne kadarının manastır tahsisatıyla geçindiğini,
topraklarının alanlarının ne kadar olduğunu öğrenmek istiyor.
Trabucco kare, kadem kare, Piemonte mili gibi ölçüler geçiyor.
William kitaplıkta Romanslı Humbert'in kadınlara vaazları üstüne
düşündüğünü söyleyerek orada "bunlar yoksulluklarından
ötürü tensel günah işlemeye öteki kadınlardan daha
yatkındırlar" dendiğini söylüyor. Sonra Berengar'ın kendi
cinsinden kimslere karşı tensel isteklere kapılmasından söz
ediliyor. Remigio Salvatore'nin mutfakta suçüstü yakalanmış
olmasının ve William'ın çok fazla şey biliyor olmasının
etkisiyle açık davranmak zorunda kalıyor. Konuyu başkaldırı ve
ihanete getirek "Başkaldırı ya da ihanet, bizim gibi basit
insanların çok az seçim hakkı vardır" diyor. Willian "Bazen
basit insanlar olayları okumuşlardan daha iyi anlarlar" diye
yanıtlıyor. (91) "Venantius'u kim öldürdü?" diye
sorarak Remigio'yu sıkıştırıyor. Venantius'un dilinin de
Berengar'ınki gibi kara olması gerektiği söyleniyor. (92)
Adso dördüncü günün
sabahını anlatırken "günah çıkarmanın sağladığı
ondurucu arınmanın" amacından söz ediyor. Kendisi için
"onyıllarca zihnimde konuşup durmuş olmasına karşın
bugüne değin hiçbir zaman yazılmamış bir metnin yaşlı
yazıcısı olan ben", dünya için "Tanrı'nun parmağıyla
yazılmış bir kitap" diyor. "Sıradan bir gül bile
yeryüzündeki yolumuzu aydınlatan bir parıltıya dönüşür."
(93)
Adso'nun yaşama bakışı,
düşünceleri ve duyguları arasındaki çelişkiyle sarsılıyor,
doğayı ve ilişkilerini inceliyor.
"Şimdi anlıyorum
ki, istemin buyruğunun kendini göstermesi gereken duygusal açlıkla
insan tutkularının öznesi olan duygusal açlık arasındaki
çelişkiden ötürü acı çekiyormuşum."
"O sabah kızdan
hiçbir şey istemiyordum, yalnızca onun iyiliğini istiyordum ve
onun, bir parça yiyecek karşılığında kendini vermeye iten
acımasız zorunluluktan kurtulup mutlu olmasını diliyordum."
"Onu kıskanıyordum,
ama Paulus'un Korentliler'de kınadığı kötü kıskançlık
değildi bu. Dionysius'un Kutsal Adlar'da sözünü ettiği
kıskançlıktı."
"Kız, doğada ve
çevremdeki insanların yaptıkları işlerde görünüyordu bana."
"Kuzuyu gördüm; adı
sanki arılığının ve iyiliğinin simgesi olarak verilmişti ona.
Gerçekten de agnus adı, bu hayvanın agnoscit oluşundan, annesini
tanımasından, koskoca sürü içinde onun sesini ayırdetmesinden,
annenin de biçimleri, melemeleri aynı olan onca kuzu arasından
yalnızca kendi yavrusunu tanıyıp onu beslemesinden geliyordu."
(Çevirmenin notu: agnus: koyun; agnoscit: bilen, tanıyan; Latince.)
"Öküzlerin yanısıra
o sırada ahırdan danalar ve tosunlar da çıkıyordu; bunlar
adlarını viriditas ya da virgo'dan alırlar; çünkü o yaşta
henüz körpe, genç ve erdendirler." (Çevirmenin notu:
viriditas: Yeşillik, körpelik, tazelik; virgo: Kız, genç kız;
Latince.)
"Dünyanın iyi ve
sevilesi olduğunu söyledim kendi kendime. Tanrı'nın iyiliği,
Honorius Augustodiensis'in açıkladığı gibi, en korkunç
hayvanlar aracılığıyla bile kendini gösteriyordu." (94)
Adso, iki saat önce
ayrıldıkları yere geldiğinde, elinde Venantius'un parşömeni
olan William hoşnut görünüyor. Yunanca metindeki yazı zehirden
söz ediyor:
"Arıtıcı korkunç
zehir... Düşmanı yok etmek için en iyi silah..."
William, yazılanların
Venantius'un kitabı okurken aldığı notlar olduğu sonucuna
varıyor.
"Venantius tarafından
yazılmış olduklarına kuşku yok. Sen de görüyorsun; eski bir
parşömen değil bu."
Katilin yapısını ancak
o kitabın yapısından çıkarabileceklerini söylüyor:
"Bir avuç altın
için adam öldüren birisi açgözlü bir insandır; kitap için
öldürense, o kitabın gizlerini kendine saklama kaygısındadır."
Adso "birkaç
satırdan hangi kitap olduğunu" anlayıp anlayamayacağını
sorunca yazılanların "anlamı sözcükleri aşan kutsal bir
metnin sözlerine" benzediğini, düşünmesi ve okuması
gerektiğini söyleyince Adso soruyor.
"
Bir kitabın ne dediğini anlamak için başka kitaplar mı okumanız gerekir?"
Bir kitabın ne dediğini anlamak için başka kitaplar mı okumanız gerekir?"
William kitapların çoğu
kez başka kitaplardan söz ettiğini söylüyor:
"Alberto'yu okurken,
Thomas'ın ne söylediğini anlayamaz mısın? Ya da Thomas'ı
okurken İbni Rüşt'ün ne söylemiş olacağını?" (95)
Severinus domuz
çobanlarıyla domalan toplamak için dağın yamaçlarından vadiye
ineceklerini söylüyor. Henüz Benedikten ülkelerinin bu tipik
yeraltı yemişini henüz görmemiş olan Adso'ya domalanın ne
olduğunu ve değişik biçimlerde pişirildiğinde ne kadar lezzetli
olduğunu anlatıyor. Adso da amacın biraz da üzücü olaylardan
uzaklaşmak olduğunu anlayarak onlara katılıyor. (96)
William ve Ubertino ile
Minoritler uzun uzun konuşuyorlar. Adso Michele'nin Fransisken
tarikatına ateşli bir tutkuyla bağlı olduğunu, Papa Ioannes'in
Michele'nin Avignon'a gitmesini istediğini söylüyor. Konuşmalar,
suçlamalar, yagılamalar konuşuluyor. Papa İoannes'ten söz
ederken Ubertino "Seçildiği sırada neler olduğunu herkes
bilir" deyince New Castle'lı Hugh adında biri "Ona seçim
denmez, tepeden inme denir" diyor.
"Yüzyıllardır
papalık tahtına ondan daha açgözlü bir adamın çıkmadığını
unutmamamalısın; dostumuz Ubertino'nun bir zamanlar şimşekler
yağdırdığı Babil orospuları, Alighieri'li ozan gibi, senin
ülkenin ozanlarının da sözünü ettikleri yozlaşmış papalar
onun yanında uysal kuzular gibi ve aklı başında kalır."
"Ioannes, Bertrand'ın
Carpentras yağması sırasında bir buçuk milyonu aşkın altın
florine el koyduğunu bilmezlikten geldi."
Michele Ioannes'in pek de
kurnaz sayılmayacağını söyleyince Ubertino bunun bir ilk
olduğunu, İoannes'in para toplamakta şeytanca bir yetenek
gösterdiğini söylüyor:
"O, bir kral
Midas'tır, neye dokunsa altın olup Avignon hazinesine akar."
"Kendine yaptırdığı
sarayı göreceksin, bir zamanlar yalnızca Bizans İmparatoru'nun ya
da Büyük Tatar Hanı'nın sahip olduğu söylenen zenginlikte bir
saray."
"Yoksulluk ülküsüne
karşı oncA bildiriyi niçin çıkardığını şimdi anlıyorsun,
değil mi? Tarikatımızdan nefret eden Dominikenleri, başında
krallık tacı, sırtında altın yaldızlı mor binişi, ayaklarında
görkemli sandaletler olan İsa heykelleri yapmaya zorladığını
biliyor musun?"
William İoannes'in
papalık tacına üçüncü bir taç daha ekleyince Ubertino tinsel,
dünyasal ve kilise erklerini simgeleyen taçları açıklıyor:
"Bininci yılın
başında Papa Hildebrandi üstünde Tanrı'nın Eliyle Hükümdarlık
Tacı yazılı bir tac edinmişti. Bonifacio rezili, son zamanlarda,
üstünde Petros'un Eliyle İmparatorluk Tacı yazılı bir taç daha
eklemişti ona; İoannes de simgeyi tamamlamaktan başka bir şey
yapmadı: üç taç, tinsel erk, dünyasal erk ve kilise erki. Pers
krallarına yaraşır bir simge, bir putatapan simgesi."
Tartışmaya ağzı dolu
konuşarak bir rahip, Monsenyör Jerome katılıyor:
"Bu rezil, dindar
insanların günahlarını sömürerek onlardan daha çok para
sızdırmak içi, Tövbekarlıkla İlgili Kutsal Vergiler'e ilişkin
bir yasa çıkardı. Bir din adamı, bir rahibeyle, bir yakınıyla
ya da hatta sıradan bir kadınla tensel bir günah işlerse, ancak
altmış yedi altın lira, on iki para ödeyerek günahını
bağışlatabilecekti. Hayvanlarla cinsel ilişkide bulunursa
ödeyeceği para iki yüz lirayı aşıyordu; ama bu suçu kadınlarla
değil, yalnızca oğlan çocuklar ya da hayvanlarla işlemişse para
cezasının yüz lirası indirilecekti. Öte yandan, bir rahibe de,
ister aynı zamanda, ister başka başka zamanlarda, manastırın
dışında ya da içinde kendini birden çok erkeğe vermişse ve
suçundan arınmak istiyorsa, yüz otuz bir altın lira on beş para
ödeyecekti."
Ubertino Papa'yı hiç
sevmediğini hatırlatıyor, ancak böyle bir yasa görmediğini,
bunun bir iftira olduğunu söylüyor.
Michele kendilerinin de
yanlışları olduğunu, dürüst olmaya çalışmaları gerektiğini
söylüyor:
"Bizimkilerin de
aşırılıklara kaçtıklarını biliyoruz. Fransiskenlerin
Dominiken manastırlarına silahlı saldırıya giriştiklerine ve
yoksulluğa zorlamak için düşman rahipleri soyduklarına ilişkin
haberler aldım. Provence olayları sırasında Ioannes'e karşı
çıkma yürekliliğini bulamayışımın nedeni bu. Onunla bir
uzlaşmaya varmak istiyorum; onurunu kırmayacağım, ondan yalnızca
bizim alçakgönüllülüğümüzü aşağılamamasını isteyeceğim.
Paradan söz etmeyeceğim, yalnız Kutsal Kitap'ın sağlıklı bir
yorumu konusunda anlaşmaya varmamızı isteyeceğim ondan. Yarın
elçileriyle yapmamız gerken bu."
Ubertino Michele'ye
Ioannes'in tanrıbilim konusundaki çılgınlıklarını bilmediğini
söyleyerek karşı çıkıyor:
"Sen onun tanrıbilim
konusundaki çılgınlıklarını biliyorsun daha. Her şeyi kendisi
karara bağlamak istiyor o; ister gökyüzünde, ister yeryüzünde
olsun."
William destekliyor:
"Gökyüzü için de
yeryüzü için de karar veren kimsenin gerçekte kendisi olmasını
istiyor."
Minoritler ertesi gün
nasıl bir tavır takınacakları konusunda görüş birliğine
varıyorlar. Ama William Avignon'luların olumlu bir sonuç almak
için geldiklerine inanmadığını söyleyerek Michele'yi uyarıyor:
"Ioannes senin
Avignon'a yalnız başına gitmeni istiyor, hem de hiçbir
güvencesiz." (97)
İkindi Poggeto Kardinali
Bernardo Gui ve Avignon'lu diğerlerinin gelişine sahne oluyor.
Başka yerlerde Bernardo Guidoni ya da Bernardo Guido da dendiği
belirtilen Gui, yetmiş yaşlarında, ince yapılı ama dik gövdeli
bir Dominiken olarak tanıtılıyor. Bernardo Gui William'ın bir
zamanlar kendisine daha yakın olduğunu, iyilik ve kötülük
güçlerinin karşı karşıya geldiği savaş alanında yanında
savaştığını söylüyor. William dingin bir sesle onaylayarak
darbeyi vuruyor:
"Doğru, ama sonra
öteki tarafa geçtim."
Adso daha sonra mutfakta
Bernardo Gui'yi görüyor. Her sorgucunun çok önemli bir silahtan,
korkudan yararlandığını,sorgulanan insanların kendilerinden
kuşkulanıldığı korkusuyla başkalarından kuşkulanılmasına
yarayabilecek sözler söylediğini anlıyor.
Heyet için hazırlanan
akşam yemeği ayrıntılarıyla anlatılıyor. Yörenin şarabıyla
pişirilmiş sebzeli güvercin ve tavşanlı domuz yavrusunun yanında
pek çok yiyecek ve içecek, ermiş tatlıları, bitki likörleri ve
şaraplar var. Adso Salvatore'nin koltuğunun altındaki çıkının
içindekini sorunca bir şahmaran olduğunu öğreniyor. Salvatore
"Şahmarandan sakın! Yılanların kralıdır bu; içi öylesine
zehirle doludur ki, dışı pırıl pırıldır. Zehir, kokusu bile
adamı öldürür." Sonra Adso, köylü kızla sevişemediği
için üzülen Salvatore'nin kadınları sevdaya düşüren çok
güçlü bir büyü yapmaya çalıştığını anlıyor. (99)
William ve Adso'nun
kitaplığa yaptıkları ziyaret saatler sürüyor. Adso her kitabın
William için "bilinmeyen bir ülkede rastladığı bir masal
hayvanı gibi" olduğunu söylüyor. Kitapları gördükçe,
okudukça heyecanlanıyor. Tolulouse'lu Vergilius'un Epitomae'sini
görünce onun retorikçi olduğunu söylüyor. Adso okuyor:
"Burada diyor ki,
sanatlar, şiir, retorik, dilbilgisi, güzel konuşma, mantık ve
geometridir."
William zor zamanlarda
dilbilimcilerin dünyanın kötülüğünü unutmak için çapraşık
sorunlarla uğraştıklarını söylüyor:
"İşittiğime göre,
o dönemde Gabundus ve Terentius adlı retorikçiler tam on beş gün
on beş gece ego sözcüğünün hitap biçimi üstüne tartışmışlar;
sonunda silaha sarılmışlar."
"Benim adalarım"
diyerek Adso'nun İrlanda'nın rahiplerine sert davranmamasını,
Avrupa'nın geri kalanı bir yıkıntıyken manastırın ve Kutsal
Roma İmparatorluğu'nun kalabilmesini onlara borçlu olduklarını,
o dönemlerde Latince "Baba ve oğul adına" yerine "Baba
ve kız adına" dendiği için Galya'da bazı papazların
yaptığı vaftizlerin tümünün geçersiz sayıldığını
anlatıyor.
William ve Adso kitaplığın
düzenini anlamaya çalışıyorlar. Adso soruyor, William
yanıtlıyor:
"Yani kitaplığın
planı dünya haritasını mı gösteriyor?"
"Olabilir. Kitaplar
da geldikleri ülkelere ya da yazarlarının doğdukları ya da bu
durumda olduğu gibi, doğmuş olmaları gereken yere göre
düzenlenmiş. Kütüphaneciler kendi kendilerine, dilbilimci
Vergilius'un yanlışlıkla Toulouse'da doğduğunu, onun batı
adalarında doğmuş olması gerektiğini söylemişler. Doğanın
yanlışını düzeltmişler."
Dolapları karıştırdıkça
kitaplar çıkıyor. Adso İbni Sina'nın Canone'sinden sonra
bilmediği çok güzel bir yazıyla yazılmış bir elyazması
buluyor. William yorumluyor:
"Süslemelerine
bakılırsa bir Kuran olmalı, ama ne yazık ki Arapça bilmiyorum."
"Kuran mı,
inançsızların kutsal kitabı, sapık bir kitap..."
"Bizimkinden değişik
bir bilgi içeren bir kitap."
Kitapları incelemeyi
sürdürüyorlar. William "Kitaplar inanmak için değil,
araştırmak için yazılır" diyor:
"Fikir nesnelerin
imidir; imge fikrin imi, yani imin imidir."
"Gerçek bilim,
imlerden başka bir şey olmayan kavramlarla yetinmemeli, nesneleri
kendine özgü gerçekleri içinde ortaya çıkarmalıdır."
Kitaplığın bulunduğu
kulede yedigen bir oda olması gerektiğini biliyor, ama
bulamıyorlar. William "Olmaması olanaksız" diyor:
"Yedigen oda var, ama
ulaşılamaz."
"Duvarlarla mı
çevrili?"
"Belki de. Ve işte
finis Africae, işte, şimdi ölmüş olan o meraklıların
çevresinde dolaştığı yer."
William odaya giden bir
geçit olduğunu, Venantius'un bu geçidi bulduğunu ya da Adelmo'dan
öğrendiğini, Adelmo'nun da Berengar'dan öğrendiğini söylüyor.
(100)
Kitaplıkta Adso bir odaya
giriyor, kitaplığın yasalarını koyanların bilgi ve
sağduyusuyla, okunmak için kimseye verilemeyecek kitapların bir
duvar boyunca toplandığının ayrımına varıyor. Bologna'lı
Maximus tarafından yazılmış Aşk Aynası başlıklı bir kitap
görüyor. İçinde birçok başka kitaptan alıntılar bulunan
kitabın adı bile Adso'yun etkiliyor. Sözlerinden alıntılar
verilen yazarların tam da onu örnek almış olduklarını
düşünüyor. İbn-Hazm'ın sayfalarındaki "sağaltımı kendi
içinde olan, başkaldıran bir hastalık", Ancira'lı
Basilio'nun söylediği "aşkın insanın içine gözlerinde
girdiği" sözlerini aktarıyor. İbni Sina aşkı, insanın
karşı cinsten birinin yüz çizgilerini, el kol devinimlerini ve
davranışlarını durup durup düşünmekten doğan sürekli bir
hüzün düşüncesi olarak tanımlıyor, bir insanın sevdalı olup
olmadığını anlamak için daha önce Galen'in önerdiği bir
yöntemi öneriyor, hastanın bileğini tutup karşı cinsten adların
sayılarak hangisinin kalp atışlarını hızlandıracağının
bulunmasını istiyordu. Adso soruyordu. Berengar, ölmüş Adelmo
için duyduğu sevda hastalığından mı kurtulmak istemişti? İnsan
kendi cinsinden birine tutulabilir miydi? Adso başka bir bilgiye
ulaşıyor. Villanova'lı Arnoldo'nun sevda hastalığının aşırı
nem ve sıcaklık içinde aşırı miktarda sıvı ve havadan
doğduğunu öne sürüyor.
Adso rahiple kız
sürüklenip götürülürken birinin suskun olduğunu, diğerinin
mezbahaya götürülen bir hayvan gibi böğürdüğünü söylüyor.
"Efendimizin, bilginin ve erkin evrensel diliyle kendilerini
dile getirme yeteneği bağışlamadığı basit insanların kaba
sözcüklerinin böyle olduğunu söylüyor. Ubertino Adso'ya öğüt
ve yaşam dersi veriyor.
"Eğer ona bakıyor
ve istek duyuyorsan, bu bile yeter onun büyücü olmasına."
"Bedenin güzelliği
deriyle sınırlıdır."
"Bütün bu güzellik,
balgam, kan, sıvı ve safradan oluşur."
"O gübreyle dolu
çuvalı nasıl kucaklamak isteyebiliriz?"
Adso'nun içinden kusmak
geliyor. William Ubertino'yu "Yeter artık, az sonra o kıza
işkence yapılacak, sonra da yakılacak" diyerek susturuyor.
(102)
....
BEŞİNCİ GÜN
İsa'nın yoksulluğu kardeşçe tartışılıyor.
Bernardo, toplantı
salonunun eşiğinde, elinin bir devinimiyle yakında duran okçuların
başını çağırıp bir şeyler fısıldıyor. Sonra içeri
giriyor. Adso da peşinden gidiyor. Eski biçimde yapılmış
olağanüstü güzel kapıyı, alınlığın üzerindeki tahtta
oturmuş İsa ve dünyanın dört yanına gidip İncil'i yayma
görevini almış on iki havari yontularını görüyor. İsa'nın
başının üstünde ve ayaklarının altında da, bir heykelcikler
dizisi içinde, iyi haberi almaya yazgılı dünya halkları
yansıtılıyor. Adso giysilerinden İbranileri, Kapadokyalıları,
Arapları, Hintlileri, Frigyalıları, Bizanslıları, Ermenileri,
İskitleri, Romalıları tanıyor. Ama yukarıda bir kemer oluşturan
otuz yuvarlak içinde, ayrıca yalnızca Physiologus'un ve
gezginlerin değindiği bilinmeyen dünyalarda yaşayan dünyalarda
yaşayanların da bulunduğunu görüyor. Kapının üstündeki
yontuların tedirginlik uyandırmadığını, çünkü yeryüzünün
kötülüklerini ya da cehennemin işkencelerini simgelemek için
yapılmadıklarını, iyi haberin tüm bilinen dünyaya ulaştığının
ve bilinmeyen dünyaya yayılmakta olduğu gerçeğinin kanıtları
olduğunu söylüyor. İçeride iki heyetin tüm üyeleri yarım
daire biçiminde konmuş bir dizi sırada karşı karşıya
oturuyorlar. İki heyeti birbirinden Başrahip'le Bernardo'nun
oturduğu bir masa ayırıyor.
Oturumu açan Başrahip
Abbone fırsattan yararlanarak son olayları özetliyor. 1322 yılında
Cesena'lı Michele başkanlığında toplanan Minoritler Genel
Kurulu'nun İsa'nın kusursuz bir yaşam örneği vermek,
havarilerinin de onun öğretisine uymak için, ister mal varlığı
ister erk olsun, ortaklaşa hiçbir şeye sahip olmadıklarını, bu
gerçeğin kutsal kitapların çeşitli bölümlerinde ve Katolik
inanç ve öğretisinin özünde bulunduğunu belirtiyor. (103)
Kardinal Bertrando bir ara
incelikle Abbone'nin sözünü keserek Bavyeralı Ludwig'in 1324'te
işleri karıştırmak ve papalığa sorun çıkarmak için
Sachsenhausen bildirisiyle işe karıştığını söylüyor.
Michele'nin sonunda Papa'ya ne söyleyeceğini tartmanın daha iyi
olacağını, herkesin amacının işleri alevlendirmek değil,
sevecen bir babayla oğulları arasında var olması için hiçbir
neden olmayan ve Kutsal Ana Kilise'yle hiçbir ilişkileri olmayan
çağımızın laik insanlarının karışmasıyla körüklenmiş
olan bir anlaşmazlığı kardeşçe çözmek olduğunu belirtiyor.
(104)
Ubertino iki tür sahip
olma biçiminin sözünü ediyor. Birinin laik ve dünyasal olduğunu,
imparatorluk yasalarının bunu "in bonis nostris"
(mallarımız) olarak tanımladığını söylüyor. Göksel haktan
ve yersel haktan söz ediyor. Dünyasal şeylere kardeşçe de sahip
olunabileceğini, İsa ve öğrencilerinin doğal hakkına
bazılarının "jus poli" dediğini belirtiyor. İnsanların
arasındaki anlaşmadan doğan hakları ise "ius fori"
olarak adlandırıyor:
"İlk günahtan sonra
atalarımız nesnelerin iyeliğini bölüşmeye başladılar; böylece
şimdi bildiğimiz anlamda sahiplikler başladı. Ama İsa ve
Havariler nesnelere birinci anlamda sahiptiler; yalnızca giysileri,
ekmek ve balıkları vardı."
Karşı taraftan Jean
d'Anneaux ise Ubertino'nun tutumunu akla ve Kutsal Betik'e aykırı
bulduğunu söylüyor:
"Ekmek ve balık gibi
kullanılarak tüketilen mallarda, basit bir kullanım hakkı ya da
doğrudan kullanımdan söz edilemez; yalnızca tüketimden söz
edilebilir." (105)
Tartışma akan kanlardan,
tarikatların dindar kişilerince ödenen borçlarla sürüyor.
Sözlerine "Kardinal hazretlerine saygım sonsuzdur" diye
başlayan Jerome bağırıyor:
"Ama hiçbir
Domminiken kafirlerle savaşırken ölmemiştir; oysa yalnızca benim
zamanımda dokuz Minorit şehit edildi."
Konuya katılanlar oluyor,
Jerome ermiş pederlerin öğretisini daha yakından bilen
Doğulularla Yunanlıların İsa'nın yoksulluğuna kesinlikle
inandığını söylüyor. Alborea Piskoposu'yla tartışıyorlar.
"Alborea Piskoposu,
yüzü mosmor, Jerome denen bu rahibin belki ancak on beş yıl
Yunanistan'da kaldığını, oysa kendisinin çocukluğundan beri
orada bulunduğunu söyledi. Jerome, Dominiken Alborea'nın
Yunanistan'da bulunmuş olabileceğini, ama piskoposların güzel
saraylarında lüks bir yaşam sürdüğünü, oysa bir Fransisken
olan kendisinin orada on beş değil yirmi iki yıl kaldığını ve
Konstantinopolis'te İmparator'un huzurunda vaaz verdiğini
söyleyerek yanıtladı onu."
"Minoritler ve
Dominikenler birbirlerine çok ağır şeyler söylediler; sanki her
biri Araplara karşı savaşan bir Hıristiyanmış gibi. Yerlerinde
kalanlar, yalnızcai bir yanda William, öte yanda Bernardo Gui'ydi.
William üzgün, Bernardo ise neşeli görünüyordu."
Adso sorunca Wİlliam her
iki savın da doğrulanabileceğini söyleyip açıklıyor:
"Gene de hiçbir
zaman İncil'e dayanarak İsa'nın giydiği, sonra da eskiyince belki
de kaldırıp attığı gömleği malı sayıp saymadığını,
sayıyorsa ne dereceye kadar saydığını kanıtlayamazsın. Hem ona
bakarsan, Aquino'lu Tomaso'nun mal varlığı öğretisi biz
Minoritlerinkinden daha da gözüpektir." (106)
Sabah Severinus William'la
konuşmak istiyor. Adso Alessandria'lı Aymaro'yu, "evrenin
aptallığına acıma duyduğunu belirten alaycı bir gülüşle"
karşıladığını söyleyerek betimliyor, sözlerini aktarıyor:
"Dilenci tarikatları
çıkalı Hıristiyanlık kesinlikle daha erdemli oldu."
William kaygılı
Severinus'la konuşuyor. Severinus sesini alçaltarak laboratuvarda
öteki kitapların arasına karışmış tuhaf bir kitap bulduğunu
söylüyor. Konuşurlarken Jorge yanlarında beliriyor. Adso
yorumluyor:
"Normal bir insan
Severinus'un fısıltısını duyamazdı; ama Jorge'nin kulağının
bütün körlerde olduğu gibi çok keskin olduğunu bir süredir
biliyorduk." (107)
Tartışmalar büyüdükçe
öfke dalgaları yükseliyor, sonra karışıklık yatışmaya
başlıyor.
"İki tarafın
temsilcileri birbirlerine barış öpücüğü vermeye başlamışlardı
bile. Alborea Minoritlerin inancını övüyor, Jerome Havariler'in
iyilikseverliğini göklere çıkarıyor,herkes artık için için
kaynamayan bir kilise umudunu dile getiriyordu. Kimileri bir grubun
gücünü, kimileri başka bir grubun ılımlılığını övüyor,
tümü de adalet istiyor ve sağduyu salık veriyordu."
Poggetto'lu Bertando,
William'ı, imparatorluk tanrıbilimcilerinin tezlerini dile
getirmeye çağırıyor, Adso William'ın "Yaratılış'ın daha
henüz papazlardan ve krallardan sözedilmeyen sayfalarından
başlayarak, Tanrı'nın, oğullarının soyunu yaratırken
gösterdiği sonsuz iyiliğin, onların tümünü de ayrım
gözetmeksizin sevmesinin ışığı altında" söylediklerini
aktarıyor:
"Halk deyimiyle tüm
yurttaşları anlamanın yerinde olacağını, ancak yurttaşlar
arasında çocukları, aptalları ve kötü yaşam sürenleri ve
kadınları da saymak gerektiğinden, halkın, iyi yurttaşları
oluşturan kişiler olarak, uygun bir tanımına varılabileceğini
söyledi, bununla birlikte bu bölüme kimlerin gireceğini o an için
açıklamayı uygun bulmadı."
"Madem ki tek bir
kişinin yasaları kötü yapma olasılığı vardır, birçok
insanın yapması daha iyi olmayacak mıdır? Doğal olarak, laik
işleri düzenleyen dünyasal yasalardan söz ettiğini vurguladı."
"Tanrı Adem!e iyilik
ve kötülük ağacından meyve yememesini söylemişti; bu kutsal
yasaydı, ama sonra ona nesnelere ad koyma yetisi vermiş, hatta onu
yüreklendirmiş ve yeryüzündeki uyruğunu bu konuda özgür
bırakmıştı."
William bazılarının
"Adlar nesnelerin sonucudur" dediğini söyleyerek
anlatıyor:
"Yaratılış kitabı
bu noktada çok açıktır. Tanrı onlara ne ad vereceğini görmek
için tüm hayvanları Adem'in yanına getirdi ve Adem her canlı
yaratığı nasıl çağırdıysa onun adı o oldu." (108)
Açıklamaya çalışıyor:
"Eğer Papa,
piskoposlar ve papazlar, prensin dünyasal ve zorlayıcı erkine
bağlı olmasalardı, prensin yetkesi yadsınmış olurdu; onunla
birlikte, daha önce belirtildiği gibi, Tanrı buyruğu olan bir
düzen de yadsınmış olurdu."
"Eğer İsa, din
adamlarının zorlayıcı gücü elde etmelerini istemiş olsaydı,
Musa'nın eski yasasıyla yaptığı gibi kesin ilkeler koyardı.
Bunu yapmadı." (109)
Bernardo Gui sonunda söze
karışıyor:
"Düşüncelerini
böylece ustaca ve güzel bir dille açıklayan William Birader
onları Papa'nın yargısına sunarsa çok memnun olurum."
Gelen bir haber üzerine
Wİlliam Severinus'un başına bir iş geldiğini düşünüyor.
Laboratuvara gittiklerinde acıklı bir görünümle karşılaşıyorlar.
Dört bir yana saçılmış rafların, kavanozların, şişelerin,
kitapların, belgelerin yanında; bir de süslü bir üçayak üstüne
oturtulmuş büyük bir yerküreyle karşılaşıyorlar. (110)
William "Yunanca bir
kitap arıyoruz biz" diyor. Adso'ya kızıyor, "Hayıri bu
Arapça, aptal! Bacon'un hakkı varmış; bir bilginin ilk görevi
yabancı dil öğrenmektir" diyor. Adso olayları çözümlemeye
çalışıyor:
"Malachi hepsinden
önce davranmış olabilir: Jorge bizim narteksde konuştuklarımızı
işitti; kitaplıktan alınmış olan bir kitabın Severinus'ta
olduğunu Malachi'ye haber vermek için yazı salonuna gitti."
(111)
Bernardo Gui büyük ceviz
masanın tam ortasında otururken Başrahip William'a "Sorgulamanın
yasal olup olmayacağını bilmiyorum" diyor. Wİlliam "Sorgucu
tüm olağan yargılama usullerinden bağışıktır" diye
yanıtlıyor. Kilerci Remigio çevresine ürkmüş bir hayvan gibi
bakınıyor. (112)
İçeri alınan
Salvatore'nin görünüşü Adso'da acıma duygusu uyandırıyor.
Geceyi gizli ve sert bir sorgulamayla geçirdiğini anlıyor.
"Bernardo ona işkence yapmış" diye fısıldıyor.
William "Bir sorgucu hiçbir zaman işkence yapmaz. Sanığın
bedeniyle uğraşma işi her zaman laik kimselere bırakılır"
diyor. Salvatore Fra Dolcino zamanında Remigio'ya Dolsiniyenlar
arasında rastladığını ve Dolcino'nun Remigia'ya bazı mektuplar
emanet ettiğini, Remigio'nun da bu mektupları kütüphaneci
Malachi'ye verdiğini anlatıyor. (113)
Adso, Bernardo'nun ne
istediğinin açık olduğunu, kurduğu tuzakla düşmanlarına
öldürücü bir darbe indireceğini söylüyor:
"Öteki rahipleri
kimin öldürdüğüne hiç aldırmaksızın, yalnızca Remigio'nun
şu ya da bu biçimde, İmparator'un tanrıbilimcilerince ortaya
atılan fikirleri paylaştığını göstermek istiyordu." (114)
Sonunda kilerci Remigio
anlatıyor:
"Efendimizin
kılıcıydık biz; hepinizi daha çabuk öldürebilmek için
suçsuzları da öldürmek zorundaydık." (115)
Korkunç ayrıntıları da
veriyor:
"Margherita'nın
Dolcino'nun gözleri önünde parça parça edildiğini gördüm."
Dolcino'nun erkeklerin
içine korku saldığını, kadınları zevkten bağırttığını,
ama ona işkence ederlerken kendisinin de bağırdığını, ölmek
istediğini, işini bitirmeleri için yalvardığını söylüyor.
Salvatore'nin "İleriyi gören kimseler gibi davranmakla ne iyi
ettik Remigio Birader" dediğini aktarıyor, "Bin dinim
olsa, binini de yadsıyabilirdim o gün" diyor. (116)
Sonunda Bernardo
"Soruşturma bitmiştir" diyerek uzun açıklamalar
yapıyor:
"Sapkınlığı
destekleyenleri ayırdetmek için beş gösterge vardır."
Sapkınları tutukevinde
gizlice ziyaret edenler, yakalanmalarına üzülenler, haksız yere
mahkum edildiklerini öne sürenler, sapkınları kovuşturanlara
kötü gözle bakanlar ve sapkınların kömürleşmiş kemiklerini
kutsal emanetmiş gibi saklayanlar olarak sıralayıp kendi bulduğu
altıncı göstergeyi Ubertino'ya bakarak ekliyor:
"Sapkınların kendi
usullerince tasımlama yapabilecekleri önermeler buldukları
kitapların yazarlarını da sapkınlığın açık dostları
sayıyorum."
William Bernardo'nun
onları yenilgiye uğrattığını, Ioannes'in Michele'nin Avignon'a
yalnız gitmesini istediğini ve toplantıda istedikleri güvenceleri
alamadıklarını söylüyor. Michele gideceğini, yoksulluk ilkesi
dışında her konuda uzlaşmaya hazır olduğunu belirtiyor.
Ubertino "Yaşamını tehlikeye attığını biliyor musun?1
diye sorunca, "Ruhumu tehlikeye atmaktan iyidir" diyor.
Daha sonra yaşananları da bilen Adso Michele'nin yaptıklarını
özetliyor, kimin haklı olduğunu sorguluyor:
"Şimdi hangimiz,
çoktan toprak olmuş bir kadının güzelliği uğruna savaşmış
olan Achilles'in mi, Hector'un mu, Agamemnon'un mu, yoksa Priam'ın
mu haklı olduğunu söyleyebiliriz?"
William Ubertino'nun artık
güvende olmadığını söylüyor:
"Bernardo'yu
tanıyorsam, yarın akşama kalmadan sisin de yardımıyla Ubertino
öldürülecek."
Başrahiple konuşup
gitmesini istiyor. Adso Ubertino'yu anlatırken çetin serüvenlerle
dolu bir yaşamı olduğunu, Tanrı'nın onun kesin inancını
ödüllendirmiş olmasını umduğunu söylüyor:
"Yaşlanıp kendiöi
Tanrı'nın istemine daha çok bıraktıkça, öğrenmek isteyen akla
ve yapmak isteyen isteme daha az değer veriyorum ve biricik kurtuluş
yolu olarak inancı görüyorum,; gereğinden çok soru sormaksızın
sabırla beklemeyi bilen inancı."
Sonra William'la
cinayetlere dönüyorlar. William "Deliler ve çocuklar her
zaman gerçeği söylerler" diyor. William "güzel,
karmaşık bir düğümü çözmekten büyük bir sevinç"
duyduğunu, "bu olayda Ioannes ve Ludwig arasındaki savaştan
daha büyük ve daha önemli" şeylerin işin içinde
olabileceğini söylüyor. Adso'ysa "Ama bu pek de erdemli
olmayan rahipler arasında geçen bir hırsızlık ve öç alma
öyküsü" diye karşı çıkıyor. William "Yasak bir
kitap yüzünden" diye karşılık veriyor.
Benno'ya kitabın nerede
olduğunu soruyor. Benno'nun kitabı Malachi'ye teslim ettiğini
duyunca Adso öfkeyle konuşuyor:
"Ama Benno, dün,
önceki gün sen... Siz, öğrenme ateşiyle yandığınızı, artık
kitaplığın gizemler saklamamasını istediğinizi, bir
araştırmacının bilmeye hakkı olduğunu söylüyordunuz bize..."
William açıklıyor:
"Benno büyük bir
tutkunun kurbanı oldu. Berengar'ınkinden farklı bir tutku bu,
kilercininkinden de. Birçok araştırmacı gibi onda da öğrenme
tutkusu var."
"Roger Bacon'un
bilgiye susamışlığı tutku değildi: Bilgisini Tanrı'nın
kullarını daha mutlu etmek için kullanmak istiyordu o; bilgiyi
salt bilgi olduğu için istemiyordu."
"Kösnü yalnızca
etin kösnüsü değildir. Bernardo Gui kösnül bir adam, onunki erk
kösnüsüyke özdeşleşen çarpıtılmış bir kösnü. Kutsal ve
artık Romalı olmayan Papa'mızınki zenginlik kösnüsü."
"Benno'nun kösnüsüyse
kitap kösnüsü. Onan'ınki de dahil, bütün kösnüler gibi,
tohumunu toprağa döken kısır bir kösnüdür bu, sevgiyle hiçbir
ilişiği yoktur. Tensel sevgiyle bile."
"Gerçek sevgi
sevilenin iyiliğini ister."
"Kitabın iyiliği
okunmasındandır." (117)
Akşam Başrahip kürsüye
yalnızca susacağını söylemek için geliyor. Bu durumda konuşmayı
kimin yapacağı yaş sırasına göre belirleniyor:
"Alinardo'dan sonra,
zamanın acımasız akışının saptadığı sıraya göre Jorge
geliyordu."
Jorge konuşmasına
manastırı üzüntüye boğan dört ölümden söz ederek başlayıp
sürdürüyor.
"Bu toplulukta bir
süredir gurur yılanı çöreklenmiş bulunuyor."
"Dünyadan
soyutlanmış bir manastırda erk gururu mu?"
"Varlıklı olmanın
gururu mu?"
"Tanrısal bir nesne
olarak bilimin özelliği, onun tam olması ve başlangıçtan beri
kendi kendini açıklayan Söz'ün kusursuzluğunda tanımlanmasıdır."
"Bilimin insanlara
özgü bir nesne olarak özelliği, onun peygamberlerin vaazından
kilise babalarının yorumlarına değin tanımlanmış ve
tamamlanmış olmasıdır. Bilimin tarihinde hiçbir gelişim,
çağların hiçbir devrimi yoktur; olsa olsa sürekli ve yüce bir
özetleme vardır."
"Ben varolanım, dedi
Yahudiler'in Tanrısı. Ben yolum, gerçeğim ve yaşamım, dedi
Efendimiz. İşte bilim, bu iki gerçeğin huşu dolu yorumundan
başka bir şey değildir."
"Doğulu bir halife
bir gün ünlü ve görkemli ve gururlu bir kentin kitaplığını
ateşe vermiş; binlerce cilt yanarken de, onların yok
olabileceklerini ve yok olmaları gerektiğini söylemiş; çünkü
bu kitaplar ya çoktan var olan Kur'an'ı yineliyorlardı, bu nedenle
de yararsızdılar, ya da onlar için kutsal olan bu kitapla
çelişiyorlardı, bu nedenle de zararlıydılar." (118)
"Deccal günahkar
yüzünü gösterecek."
"O zaman bütün
krallıklar altüst olacak, ortalığı açlık ve yoksulluk
kaplayacak, verim kıt olacak, kışlar olağanüstü sert geçecek."
"Suriye düşecek ve
oğullarının yasını tutacak. Kilikya, onu yargılamak için
çağrılan gelinceye dek başkaldıracak. Babil'in kızı, görkemli
tahtından kalkıp acı şarabı içecek. Kapadokya, Likya ve Likonya
boyun eğecekler; çünkü haksızlıklarının yol açtığı
yozlaşma içinde tüm halklar yıkılacak."
"Ermenistan'da,
Pontus'ta ve Bitinya'da gençler kılıçtan geçirilecek, kız
çocukları tutsak edilecek, oğullarla kızlar yasak cinsel
ilişkilere girecekler."
"Deccal Batı'yı
yenik düşürecek, ticaret yollarını yakıp yıkacak; elinde kılıç
ve ateş olacak; kudurmuş bir öfkeyle ortalığı kasıp kavuracak.
Gücü küfür, eli ihanet olacak; sağ eli yıkım, sol eli karanlık
getirecek." (119)
"Kutsal Betik'i
işitmeniz için kulak verdim size; siz o kulaklarla puta tapanların
sözlerini dinlediniz."
"Tanrı'yı
yüceltesiniz diye ağız verdim size; siz onu ozanların yalanları,
soytarıların bilmeceleri için kullandınız."
"Benim koyduğum
ilkelerin ışığını göresiniz diye göz verdim size; siz onu
karanlığa bakmak için kullandınız." (120)
Beşinci bölümün
sonunda Adso kesin olan tek şeyin kızın yakılacağı olduğunu
düşünüyor. Yaşamının biricik dünyasal aşkının adını
bilmediğini, hiçbir zaman da öğrenemediğini açıklıyor. (121)
....
ALTINCI GÜN
geceyarısı, bölüm girişinde verilen Malachi'nin yere yıkıldığı
bilgisiyle başlıyor. William ilahiler söylenirken Adso'ya Jorge
ile Tivoli'li Pacifico arasındaki boş yeri gösteriyor, Adso
Malachi'nin yerinin boş olduğunu Başrahip'in gördüğünü
kaygılı bakışından anlıyor.
Koro başlayınca Adso,
onlarca insanın bas sesinin yarattığı etkiden, Ave Maria'nın
yinelenmesinden, "yüreğim bir doruk noktasının ya da bir
porrectus'un, bir torculus ya da bir sıçrayışın titreşimleriyle
tatlı tatlı altüst olurken" diyerek "porrectus" ve
"torculus" adlarını taşıyan iki Ortaçağ müzik
işaretinden söz ediyor. Sonra Malachi'nin yerine geldiğini,
William'ın ve Başrahip'in gözlerindeki rahatlamayı gördüğünü,
Jorge'nin de ellerini uzatıp komşusunun bedenine değince onları
hemen geri çektiğini söylüyor.
Sonra bir uyandırıcı
Malachi'nin uykuya dalmış gibi tuhaf biçimde sallandığını
görüyor. Oraya vardıklarında William onun siyahımsı bir renk
almış dilini gösteriyor. (122)
Başrahip Benno'yla
Morimondo'lu Nicola'yı yanına çağırıyor, bir günden kısa bir
süre içinde manastırın kütüphaneciyle kilerciden yoksun
kaldığını söylüyor. Yunanca ve Arapça bilmesi gereken yeni
kütüphanecinin kim olacağı merak ediliyor. "Mutfakta bir
şeyler atıştırmak için" çıktıklarında William
parmaklarında kara lekelerle ölenlerin hepsinin Yunanca bildiğini
vurguluyor. Altıncı ve yedinci borazandan, sırada iki kişinin
daha olduğundan söz ediyor. (123)
Nicola geçmişten ve
manastırdan söz ediyor:
"Bu eski bir hikaye,
en az elli yıl öncesine ait. Buraya geldiğimde kütüphaneci
Bobbio'lu Roberto'ydu; yaşlılar aralarında Alinardo'nun
erdemlerine karşı haksızlık edildiğini fısıldaşıyorlardı."
"Roberto'nun bir
yardımcısı vardı, sonra öldü; onun yerine Malachi atandı; çok
gençti o zaman. Birçokları onun hiçbir erdemi olmadığını,
Yunanca ve Arapça bilir geçindiğini, ama bunun doğru olmadığını,o
dillerde yazılmış el yazmalarını, kopya ettiği şeyin ne
olduğunu anlamadan, tıpkı becerikli bir maymun gibi güzel bir el
yazısıyla kopya ettiğini söylediler."
"Birisi eski,
unutulmuş bir kitabın nerede olduğunu öğrenmek istediği zaman
Malachi'ye değil, Jorge'ye soruyordu. Katalogu Malachi saklıyor,
kitaplığa o çıkıyordu ama her başlığın ne anlama geldiğini
Jorge biliyordu."
"Jorge seksenini
aşkın olmalı; kırk yıldır, belki de daha uzun zamandır kör
olduğu söyleniyor."
"Castiglia'da, daha
ergenlik çağında, Arapların ve Yunanlı bilginlerin kitaplarını
okumuş. Kör olduktan sonra da, şimdi bile, saatlerce kitaplıkta
oturuyor, kendisine katalogu okutuyor, kitaplar getiriyor; bir çömez
onları saatler boyu yüksek sesle okuyor ona. Her şeyi anımsıyor,
Alinardo gibi belleğini yitirmemiş." (124)
"Bu ülkede yıllardır
utanç verici şeyler oluyor; manastırlarda, papalık sarayında,
kiliselerde bile... Erki ele geçirmek için girişilen savaşlar,
birine katedralden para koparmak için girişilen sapkınlık
suçlamaları... Ne çirkin, insan soyuna güvenimi yitiriyorum; her
yerde komplolar, saray entrikaları görüyorum."
"Çünkü ametist
kakmalı gümüşten yapılmış, ön yüzeyi saydam olan başka bir
kutuda, kutsal yerlere bir hacı olarak gidip Golgola tepesini ve
kutsal mezarı kazdırarak üstünde katedral yaptırmış olan
İmparator Konstantin'in annesi Kraliçe Helena'nın bu manastıra
bizzat getirdiği kutsak haçın tahtadan bir parçasını gördüm."
Adso Nicola'nın
gösterdiklerini anlatıyor, aralarında İbranileri besleyen
Manna'nın (Mısır'dan kaçışlarında İsrailliler'e mucize gibi
sağlanan besin) da bulunduğunu söylüyor. Nicola artık nesneleri
açıklamazken de özgürce dolaştığını, her birinin üstünde
bir etiket olduğunu belirtiyor.
William haç parçalarından
başka kiliselerde de çok gördüğünü söylüyor. Ciddi bir yüzle
yaptığı bir açıklaması üzerine Adso, William'ın yalnızca
ciddi şeyler söylerken güldüğünü, şaka yaparkense son derece
ciddi olduğunu belirtiyor. (125)
Adso Melk manastırlarında
tanık olduğu ölümleri düşünüyor, rahiplerin ölmekte olan
adamın hücresine girerek onu güzel sözlerle avuttuklarını
anlatıyor. Sonra bir görüntü ya da bir düş görüyor.
Aedificium'un mutfağında yalnız fırın tencere telaşı değil,
körük ve çekiç telaşı da var.
Nicola'nın
demircileri de orada toplanmış. (126)
Adso Bakire Meryem'e
benzeyen kıza eşlik eden kadınların kim olduklarını anlamaya
çalışıyor. Ruth, Sara, Susanna ve İncil'deki öteki kadınlar
olduklarını söylüyor. Başrahip Süleyman'ın buyruğuyla
sofralar kuruluyor. Kabil bir pulluğu sürüyor, İshak kilisenin
altın sunağının üzerine yatıyor, Musa bir taşın üstüne
bağdaş kuruyor, Yusuf kendini bir künkün üstüne atıyor.
Benjamin bir çuvalın üstüne uzanıyor, Davut bir tümsekte ayakta
duruyor. Yuhanna yerde, Firavun çölde, İsa kuyunun ağzında.
Adelmo'nun solgun yüzü beliriyor. Yemekhane kalabalıklaşıyor,
herkes yiyeceklerle geliyor, tıkabasa yiyor. Adem limon, Havva
incir getiriyor. (127)
Sonra Aedificium'un
tonozları açılıyor. Göten tek bir insanın yönettiği uçan bir
makinenin üstünde Roger Bacon iniyor.
Sonra bir kara kedi gibi
kapkara ve çok güzel olan kızın üstünde bir kara tavuk
bulununca birileri ona büyücü ve sözde havari diyorlar,
cezalandırmak için üstüne atılıyorlar, Habil gırtlağını
kesiyor. Adem saklandığı yerden bulup çıkarıyor. Nabukadnezar
ateşten eliyle göğsüne burçlar çiziyor. Nuh suya atıyor.
Yaratılışın başyapıtı
olan insan bedeninin maddesel biçimi, yalnızca ölümü ve yıkımı
simgeleyen tozlara ve pis kokulu parçacıklara dönüşmüş gibi
oluyor. (128)
"Ama inanılmaz bir
gizem, bu sahne artık korkutmuyordu beni."
"Artık ölümlü
insan bedenine ilişkin her şeyi biliyordum; acılarını ve
yozlaşmasını biliyordum ve artık hiçbir şeyden korkmuyordum."
"Genç kız da
aralarındaydı, bütünleşmiş ve alabildiğine güzel."
"Göreceksin,
eskisinden de güzel olacağım; bir dakikacık izin ver, gidip
yanayım, sonra gene burada buluşuruz."
"Sonra bana üreme
organını gösterdi; Tanrı beni bağışlasın, içine girdim ve
kendimi çok güzel bir mağarada buldum, altın çağın mutlu
vadisine benziyordu."
Adso kilisedeki cenaze
şarkısı sona ererken uyanıyor:
"Merhamet et,
Efendimiz İsa
Erinç bağışla onlara."
(129)
Tutukluların, özellikle
de kızın, hiç dönmemek üzere uzaklara götürülmesini görmeye
dayanamayacağını düşünüyor.
Adso gördüğü düşü
anlattığında William "Son birkaç günün kişi ve olaylarını
daha önce bildiğin bir resmin içine yerleştirdin sen" diyor.
Adso bir an şaşırdıktan sonra Coena Cypriani öyküsünü
hatırlıyor. William açıklıyor:
"Son günlerde öyle
şeyler yaşadın ki, zavallı çocuğum, tüm doğru kurallar altüst
olmuş gibi görünüyor."
"Bu sabah da, uykulu
zihninde, başka nedenlerle de olsa dünyanın tepetaklak olduğu bir
tür güldürünün anısı canlandı."
"Bir düş bir kutsal
yazıdır; birçok kutsal yazı da düşlerden başka bir şey
değildir." (130)
Adso'nun gördüğü düş William'a yol gösteriyor, yazı salonuna çıkıyorlar. Geçmişe giderek kütüphanecilerin öyküsünü oluşturuyorlar:
"Nicola bize buraya
yaklaşık otuz yıl önce geldiğini, Abbone'nin daha o gelmeden
başrahipliğe atanmış olduğunu söyledi. Daha önce Başrahip
Rimini'li Paulo'ymuş."
"Diyelim ki bu olar
1290 yıllarında olmuş; bir yıl önce, bir yıl sonra, fark
etmez."
"Şimdi sondan
başlayarak kataloga bakalım; son elyazısı Malachi'nin; çok gotik
bir yazı, görüyorsun. Çok az sayfa doldurmuş. Son otuz yılda
manastıra çok kitap gelmemiş."
"Sonra titrek bir
elyazısıyla yazılmış sayfalar geliyor; Bibbio'lu Roberto'nun
hastayken attığı imzayı açık seçik okuyorum. Burada da az
sayfa var." (131)
Sonra düzgün, güvenli
bir elyazısıyla yazılmış sayfalar dolusu bir dizi kitap
listelendiğini görerek Rimini'li Paulo'nun çok çalıştığını
anlıyorlar. William kayıtları kimin tuttuğunu anlayarak geçmişin
izini sürmeye çalışıyor. Gelişmeler hızlanıyor. Benno
korktuğunu söylüyor:
"Korkuyorum William.
Malachi'yi de öldürdüler. Şimdi gereğinden çok şey bilen
benim. Hem sonra, İtalyanlar sevmezler beni. Yabancı bir
kütüphaneci istemiyorlar artık." (132)
Adso, Malachi'yi ölüme
götüren kitabın ilk sayfasını hatırlıyor:
"Arapça bir
elyaz
masıyla başlıyordu; sonra Süryanice olduğunu sandığım bir elyazması, sonra Latince bir metin, en sonunda da Yunanca bir metin vardı." (133)
masıyla başlıyordu; sonra Süryanice olduğunu sandığım bir elyazması, sonra Latince bir metin, en sonunda da Yunanca bir metin vardı." (133)
Abbone'nin şapelin
üstündeki evinden Aedificium'un çizgileri görülebiliyor.
Başrahip yorumluyor, anlatıyor:
"Güzel bir kale,
orantıları, kemerin yapımını yöneten altın kuralı özetliyor.
Üç kat üstüne kurulmuş; çünkü üç, kutsal üçlü sayısıdır;
İbrahim'i ziyaret eden meleklerin sayısı üçtü; Yunus koca
balığın karnında üç gün geçirmişti; İsa'yla Lazarus mezarda
üç gün kaldılar; İsa, Baba'dan acı kadehi kendinden
uzaklaştırmasını üç kez istedi; havarilerle birlikte dua etmek
için üö kez saklandı. Petrus üç kez yadsıdı onu; İsa
Diriliş'ten sonra havarilerine üç kez göründü."
"Ama dörtgen biçimi
de, tinsel ders bakımından zengindir. Dört yön vardır; sonra
mevsimler; dört temel öğe, sıcak, soğuk, nem, kuruluk; doğum,
büyüme, olgunluk ve yaşlılık; gökyüzünde, karada, havada ve
denizde yaşayan canlılar; gökkuşağını oluşturan renkler;
şubatın dört yılda bir yirmi dokuz çekmesi."
"William Birader,
sizden daha çok şey beklemiştim. Buraya geldiğinizden bu yana
neredeyse altı gün geçti; bu altı gün içinde Adelmo'dan başka
dört rahip daha öldü."
William konuşmanın bir
yerinde başka bir ipucundan söz ediyor:
"Her şey, Finis
Africae'de saklanmış olan bir kitabın çalınması ve ele
geçirilmesinin çevresinde dönüyor; kitap şimdi Malachi'nin
çabasıyla yerine döndü; ama gördüğünüz gibi cinayetlerin
sonu gelmedi." (134)
Başrahip yüzüğünü
oynatarak Adso'yu afallatmak istiyormuş gibi parıltısıyla
gözlerini kamaştırıyor, taşların dilini anlatıyor:
"Jasper inancın,
kalseduan acımanın, zümrüt arılığın, sardoniks el değmemiş
yaşamın erincinin, yakut çarmıhta kanayan yüreğin simgesi;
değişik pırıltıları Meryem'in mucizelerinin olağanüstü
çeşitliliğini anımsatan krizolit; zirkon acımanın; ametist,
pembe-mavi karışımıyla Tanrı sevgisinin simgesi."
"Papa III. Innocente
için rubi dinginlik ve sabrı, granat merhameti dile getirir."
"Ermiş Brunone için
akuamaren, duru ışınlarının erdeminde tanrıbilimi
odaklaştırır."
"Turkuaz neşeyi dile
getirir,; sardoniks serafimleri çağrıştırır; topaz melekleri,
jasper tahtları, krizolit egemenlikleri, safir erdemleri, oniks
erki, beril prenslikleri, rubi başmelekleri, zümrüt ise melekleri
simgeler."
"Değerli taşların
dilinin, yoruma ve içinde bulundukları bağlama göre değişen çok
çeşitli biçimleri vardır."
"Peki hangisinin
yorum, hangisinin doğru bağlam olduğuna kim karar verir?"
Abbone öpmesi için
Adso'ya yüzüğünü uzatıyor. O günlerde işittiği, kuşkusuz
yanlış olan şeyleri unutmasını istiyor:
"Tüm tarikatların
en büyüğüne ve en soylusuna girdin sen; ben bu tarikatın bir
Başrahip'iyim; sen de benim yargı erkime bağlısın. Buyruğumu
dinle. Unut; dudakların sonsuza dek mühürlensin. Ant iç."
Adso okura neredeyse ant
içeceğini açıklıyor:
"Duygulanmış, boyun
eğmiş, kuşkusuz ant içerdim. Böylece, sen de, benim iyi okurum,
benim gerçeklere bağlı olan bu öykümü şimdi okuyamazdın. Ama
tam bu sırada William araya girdi."
Başrahip, William'a
manastırdaki görevinin sona erdiğini söylüyor:
"Başlangıçta
erdenlik andının çiğnenmesinin sözkonusu olduğuna inanıyordum
ve (ne tedbirsizmişim) bir başkasının, günah çıkarma sırasında
işittiğim şeyi doğrulamasını istiyordum."
"Yaptığınız, ya
da yapmaya çalıştığınız şey için size büyük bir gönül
borcu duyuyorum. Heyetlerin buluşması gerçekleşti; buradaki
göreviniz sona erdi. İmparatorluk sarayında sizi sabırsızlıkla
beklediklerine inanıyorum; sizin gibi bir insandan uzun süre yoksun
kalınamaz. Manastırdan ayrılmanıza izin veriyorum."
"Doğal olarak,
soruşturmalarınızı sürdürmeniz gerekmez."
Adso daha sonra William'a
Abbone'nin davranışının nedenini sorunca William önce durumu
Adso'nun yorumlamasını istiyor, sonra açıklıyor, kızıyor:
"Her iki durumda da
Başrahip'imiz, manastırının ünü için kaygılanıyor. İster
katil olsun, ister kurban, bu kutsal topluluğun ününü zedeleyecek
haberlerin bu dağların ötesine sızmasını istemiyor. Dilerseniz
rahiplerini öldürün, ama bu manastırın ününe dokunmayın."
"Siz basit insanlar
değilsiniz, onların çocukları da değilsiniz. Bir köylüye
rastlarsanız belki onu tarikatınıza alırsınız; ama dün gördüm,
onu laik makamlara teslim etmekte duraksamazsınız. Ama içinizden
birine yapmazsınız bunu: Üstünü örtmek gerek; Abbone
manastırının onurunu kurtaracağını bilse, o sefili bulur,
hazine mahzeninde bıçaklar, böbreklerini kutsal andaçların
arasına karıştırır; yeter ki manastırın onuru kurtulsun. Bir
Fransisken'in, hakltan bir Minorit'in bu kutsal yapıdaki yılan
yuvasını ortaya çıkarmasına sıra gelince, yo, hayır, bu
Abbone'nin ne pahasına olursa olsun izin vermeyeceği bir şeydir."
"Artık karşı
karşıya bulunduğum sorun yalnızca benimle Abbone arasında değil;
benimle tüm olanlar arasında; bunu öğrenmeden bu duvarlardan
dışarı çıkmayacağım." (135)
Benno gelip yazı
salonunda bir kaynaşma olduğunu, kimsenin çalışmadığını,
aralarında konuştuklarını söyleyip ne olduğunu sorunca William
açıklıyor:
"Olan şu: Bu sabaha
değin en kuşkulu görünen kimselerin tümü de öldü."
"Şimdi kimden
sakınacaklarını bilmiyorlar; hemen kendilerine bir düşman
bulmaları gerek, ya da bir günah keçisi." (136)
Adso, her zamankinden daha
sessiz ve hüzünlü akşam yemeğinde Alinardo ve Jorge'nin hala
gelmemiş olduğunu belirtiyor. (137)
William ve Adso kilise
kapısının yakınındaki bir sütünun arkasından şapeli
gözleyerek bekliyorlar, konuşuyorlar. Adso'nun bir sözü üzerine
William "Tanrı seni kutsasın, Adso" diyor:
"Ne aptalım. Oğlum,
bugün ikinci kez ağzından akıl dökülüyor, birincisi düşte,
ikincisi de şimdi." (138)
Adso yedinci güne dönmek
üzere olan gecenin yarısında finis Africae'ye girmiş olduklarını
söylüyor. (139)
....
YEDİNCİ GÜN
başlangıcında Adso her bölümün girişinde verilen özeti
yazamamış, "Burada anlatılan olağanüstü açıklamaları
özetlemek, bölüme eşit uzunlukta bir başlık olurdu; bu da
alışılagelene ters düşer" demiş.
Bir yazıda da kitapta
olayların çözüldüğü bölümü anlatmak doğru olmayabilir.
Kimden, nereden ve ne zaman geldiğini, doğru olup olmadığını
belirtmeden soyutlanmış bazı bilgi parçacıkları vermenin
sakıncasıysa pek bulunmayabilir.
"Başrahip öldü."
"Kitaplığın
hazinelerinin ve sınırlarının ne olduğunu hiçbir zaman kesin
olarak anlamadı."
"Finis Africae'nin
herkese açılmasını istedi."
"Ötekilerden daha
iyiydin sen; ne olursa olsun çözüme varacaktın. Biliyorsun,
düşünmek ve karşısındakinin düşüncelerini kafanda yeniden
oluşturmak yeter."
"Belki de ona,
Berengar'ın Severinus'la ilişkisi olduğunu, Severinus'a ödül
olarak finis Africae'den bir kitap verdiğini söyledin."
"İçinde bir Arapça,
bir Süryanice metin ve Coena Cypriani'nin bir yorumunun ya da
çevriyazısının bulunduğu cildin son nüshasını görmek
istiyorum."
"Senin gibi bir adam
bir kitabı yok etmez; onu yalnızca korur ve hiç kimsenin ona
dokunmaması için önlem alır."
"Aristo'nun
Poetica'sının ikinci kitabını da görmek istiyorum; herkesin
yittiğini ya da hiçbir zaman yazılmamış olduğunu söylediği,
belki de biricik nüshasını senin sakladığın kitabı."
(140)
"Birinci kitapta
tragedyayı ele almış, acıma ve korku esinleyerek, nasıl bu
duygulardan arınma sağladığını görmüştük. Söz verdiğimiz
gibi, şimdi de güldürüyü (aynı zamanda hiciv ve mimi) ele
alacak ve gülünç olandan zevk almayı esinleyerek, bu duyguyu
sonunda nasıl arıttığını göreceğiz." (141)
"Gülmeye karşı
yağdırdığın lanetler ya da başkalarıyla yaptığın
tartışmalara ilişkin olarak öğrenebildiklerim benim için
yeterli değildi kuşkusuz. Venantius'un bıraktığı bazı notlar
yardımcı oldu bana."
"Aristo gülme
eğilimini iyi bir güç olarak görüyor."
"Sanırım Venantius
uzun süredir bu kitabı arıyordu."
"Ama finis Africae'ye
nasıl girileceğini bilmiyordu. Berengar'ın Adelmo'ya bundan söz
ettiğini işitince, bir tavşanın izi üstündeki bir köpek gibi
ileri atıldı."
"O anda ölümcül
bir savaşım için donanmış olan bu iki adamın sanki salt
birbirlerinin beğenisini kazanmak için davranmışlar gibi
birbirlerine hayranlık duyduklarının ürpererek bilincine vardım."
"Berengar'ın
Adelmo'yu baştan çıkarmak için sergilediği oyunların ve kızın
bende istek ve tutku uyandırmak için giriştiği basit ve doğal
davranışların, zeka ve karşısındakini altetme yeteneği
bakımından, bu iki adamın yedi günde çözülmüş olan kışkırtma
eyleminin yanında hiç kaldığı düşüncesi geçti aklımdan."
"Yaratılış kitabı,
evrenin oluşumu konusunda bilinmesi gereken her şeyi söylüyor;
ama Filozof'un fizik kitaplarının yeniden keşfedilmesi, evrenin
donuk ve yapışkan bir maddeden yapıldığının tasarlanmasına,
Arap İbni Rüşt'ün, dünyanın sonsuzluğuna herkesi inandırmasına
yetti."
"Burada gülmenin
işlevi tersine dönüyor, sanat düzeyine yükseltiliyor; bilginler
dünyasının kapıları gülmeceye açılıyor; böylece gülme,
felsefenin ve hain tanrıbilimin konusu oluyor."
"Bu kitap insanın
kendisini Şeytan korkusundan kurtarmasının bilgelik olduğunu
öğretebilir."
"Bu kitap insanın,
(sizin Bacon'ınızın doğal büyüye ilişkin olarak önerdiği
gibi) yeryüzünde Cockaigne ülkesinin bolluğunu isteyebileceği
düşüncesini doğurabilir."
"Uşaklar yasa
koyacak, biz de hiçbir yasanın olmadığı yerde o yasaya boyun
eğeceğiz."
"Bunlar bizi
korkutmaz; her şeyden önce onları nasıl yok edeceğimizi, daha
doğrusu, onların kendi aşağılıklarının çukurlarından doğan
ölme isteğini nasıl pervasızca doruk noktasına yükselterek
kendi kendilerini yıkmalarına nasıl izin vereceğimizi biliyoruz."
"Bir gün biri
'Tanrı'nın bir insan olarak ortaya çıkmasına gülebilirim'
diyebilirse."
"Şeytan ruhun
küstahlığıdır; gülümseyişten yoksun inanç, hiçbir zaman
kuşkuya kapılmayan gerçektir o."
"Sen Şeytan'dan da
kötüsün, Minorit." (142)
"Ermiş Augustine'in
öyküsünü anımsadım; denizin suyunu bir kaşıkla boşaltmaya
çalışan bir çocuk görmüş; çocuk bir melekmiş; tanrısal
doğanın gizemlerini anlamak isteyen bir ermişi alaya almak için
böyle davranıyormuş." (143)
"Tanrı'nın evi,
göksel Yeruşalem gibi böbürlendiği taşlar sayesinde güzel ve
iyi korunmuş görünür."
"Kilise kısa zamanda
ateş aldı."
"Herkes kilisedeki
yangını söndürmek istiyordu, ama artık hiç kimse bunun nasıl
yapılacağını bilmiyordu." (144)
"Felsefeye duyduğu
nefretin çarpıttığı o yüzde, ilk kez Deccal'in portresini
gördüm."
"Deccal dindarlığın
kendisinden, aşırı Tanrı ya da gerçek sevgisinden doğabilir."
"Peygamberlerden kork
Adso, gerçek uğruna ölmeye hazır olanlardan da; çünkü onlar
genellikle birçok başka insanı da kendileriyle birlikte ölmeye
sürüklerler."
"Evrende hiçbir
düzen olmadığını iyi bilmem gerekiyordu."
Sonunda Adso soruyor:
"Tanrı'yla evrendeki
ilk kargaşa arasında ne fark var?" (145)
....
Kitap, manastırın
üç gün üç gece yandığını bildirerek başlayan son
bir yaprakla
bitiyor.
Adso anlatmayı
sürdürüyor. İmparator'un kötü haberini aldıklarını, Roma'ya
varınca ona halk tarafından taç giydirildiğini, Ioannes'le
anlaşmanın olanaksız olduğunu görünce bir karşı-Papa
seçtiğini, Nicola V. Marsilius'un Roma'da İmparator'un manevi
vekilliğine atandığını, Ioannes'in sapkın olduğunu ilan
ettiklerini, ama ertesi yıl Anti-papa Nicola'nın Ioannes'e boyun
eğip boynuna bir ip dolayarak onun karşısına çıkacağını
söylüyor.
Adso yıllar sonra
manastıra yeniden gidiyor.
"Bir zamanlar yöreyi
süsleyen o büyük ve görkemli yapılardan geriye yalnızca dağınık
yıkıntılar kalmıştı; Roma kentinde, eski putatapanların
anıtları gibi. Duvar parşalarını, sütunları, yangının
dokunmadığı birkaç baştabanı sarmaşıklar bürümüştü."
"Yosunla
yeşillenmemiş her şey hala onlarca yıl öncesinin isiyle
karaydı."
"Döküntüleri
karıştırırkeni ara ara yazı salonuyla kitaplıktan uçuşmuş ve
toprağa gömülü hazineler gibi ayakta kalmış parşömen
parçaları buluyordum; bir kitabın yırtılmış parçalarını
birleştirecekmişim gibi onları toplamaya başladım."
"Bir duvar boyunca,
bir mucizeyle hala dimdik ayakta kalmış bir kitap dolabı buldum."
"Dönüş yolculuğum
sırasında ve daha sonra Melk'te, bu kalıntıları çözebilmek
için saatler harcadım. Çoğu kez, bir sözcükten ya da bir
resimden, yapıtın ne olduğunu çıkarabiliyordum. Zamanla o
kitapların başka nüshalarını bulunca, onları sevgiyle
okuyordum..." (146)
....
William ve Adso'nun
manastırdaki yedi gününde gözüme çarpan ayrıntıları, belki
de içerdiği bilginin zenginliği nedeniyle alıntı sınırlarını
gereğinden çok fazla zorlayarak, yukarıda aktarmaya çalıştım.
Oldukça uzun bir yazı
oldu, Kuşkusuz kitaptaki düşünceleri, olayları, kişileri,
yaklaşımları tümüyle kavramak ve özetlemek hiç kolay değil.
Yeniden ve yeniden okunabilecek ve her geçişte yeni izler
bırakabilecek, farklı yollar açabilecek bir kitap.
Bir yazıda "Oy verme
hakkına sahip herkes en az bir polis romanını anlayarak
okuyabildiğinde seçim sonuçları mı, seçime katılan partiler ve
adaylar mı, yoksa yaşamla ve seçimlerle ilgili ne varsa tümü mü
değişir?" diye sormuştum. (147)
Herkes okuduğunda Türkiye
ve dünya için daha güzel bir yaşam kurulmasına katkı sağlayacak
bir kitap olabilir mi?
Belki de Gülün Adı; bir
köy, bir kasaba, bir kent, bir ülke, bir dünya okuduğunda
geleceği değiştirebilecek bu kitaplardan biri olabilir.
Gülün Adı için bir
polisiye roman ya da suç romanı denebilir mi bilmiyorum. Ama kitap,
içindeki yaklaşıma ve düşüncelere katılanlar ve
katılmayanlarca okundukça, içeriğinde yaşanan deneyimleri
anlayarak kendi yorumlarını geliştirmeye çalışanların sayısı
arttıkça, farklı bölgelerden ve açılardan bakarak öncekileri
aşan kitaplar yazıldıkça, Türkiye'nin ve dünyanın yeni ve daha
aydınlık bir geleceğe yaklaşacağı düşünülebilir.
İnsanları bayraklar ve
bayraklaşan kitaplar birleştirdiğinde herkes yalnızca tek bir
yöne yürüyebilir, gelişme süreklilik kazanamaz. Oysa
farklılıkları açıklayan kitaplar her yana ve her kesime
seslenerek kişisel ve toplumsal gelişmenin geçmişten geleceğe
uzanan yollarını anlatabilirse, günümüzün iletişim ortamıyla
buluşup geniş ve çeşitli kesimlere ulaşabilirse, kendilerini ve
birbirlerini anlayarak öğrenmeyi öğrenecek yeni insanlar
eksiklerini tamamlayabilirler, yaşamlarına yeni değerler
katabilirler.
....
Gülün Adı'ndan
önce ve sonra Umberto Eco.
Kimdi, ne yapmak istedi, ne yaptı?
Gülün Adı ve Umberto
Eco için şöyle bir özet verilmiş:
" 'Gülün Adı' adlı
bu dev romanıyla bir anda dünyanın dört bir yanında ünlenen
İtalyan yazarı Umberto Eco, aslında çok yönlü bir bilimadamı.
İtalya'da, Bologna Üniversitesinde öğretim üyesi, semiolog,
tarihçi; filozof, estetikçi, ortaçağ uzmanı ve James Joyce
üzerine derin araştırmalar yapmış biri. Umberto Eco'nun bu ilk
romanı, 1980'de İtalya'da ilk yayımlanışından bu yana sayısız
basım yaptı ve dünyanın pek çok diline çevrildi. Dünyada
olağanüstü bir ilgi uyandıran bu romanın yankıları hala
sürüyor. Filmi de dünyada büyük yankılar uyandırdı. Bu
romanın başarısında, kuşkusuz, yazarın ortaçağ konusunda
derin ve dolaysız bilgisinin büyük payı var. Tam anlamıyla ve
her bakımdan ortaçağ dünyasını yansıtmakla birlikte "Gülün
Adı" kesinlikle çağdaş bir roman; çağdaş romana yepyeni
ve uzun soluk getiren özgün bir roman. Bir anlamda ortaçağda
geçen, Hıristiyanlık düşüncesini tartışan tarihsel bir roman,
bir anlamda da ustaca kurulmuş polisiye ve sürükleyici bir öykü.
Ve en önemlisi olağanüstü bir dil ve benzeri az bulunur bir sanat
yapıtı. Bu ünlü romanı İtalyanca aslından başarıyla Türkçeye
çeviren Şadan Karadeniz'in titiz ve uzun çalışmasını da burada
hayranlıkla belirtmemiz gerekiyor. Umberto Eco'nun yayınlarımız
arasında çıkan ikinci dev romanı 'Foucault Sarkacı' da,
'Ortaçağı Düşlemek' adlı deneme kitabı da yine Şadan
Karadeniz'in çevirisi..." (148)
Umberto Eco ve
kitaplarıyla, Jean-Jacques Annaud'nun
"Gülün Adı"
filmiyle (149) ilgili kaynaklara ulaşmak zor değil. Değişik
kaynaklarda yaşamını ve yapıtlarını konu alan kitaplar ve
yazılar bulunabiliyor. Kitabın konusunu, karakterlerini, tarihsel
bağlantılarını ve yazarın yaşamını kısaca özetleyen
bilgilere de; ayrıntılı çözümleme ve değerlendirmelere de
rastlanabiliyor. Felsefe kitaplarının listesi veriliyor, bir
"Bondolog" olduğu belirtiliyor. (150, 151)
Bir insanın kim olduğunu,
ne yapmak istediğini ve ne yaptığını kendisi bile tam olarak
bilemeyebilir. Ortaçağ Umberto Eco'nun bilincinde bu denli önemli
bir yer tutmasa, günümüzün olaylarına bakışı ve anlatma
biçimi farklı olabilirdi. "Gülün Adı" yazılsa bile,
bu gülün değil, bambaşka bir gülün yansımaları olabilirdi.
Ama işte Gülün Adı
Umberto Eco'nun bilincinden süzülüp yansıyarak sözcüklerle
insanlara ulaştı. Sinemaya da uyarlandığı için yazının
sınırlarının dışında kalanlara da bir ölçüde ulaşabildi.
Umberto Eco yeni
başlıklarla yeni kitaplar yazdı. Gülün kaç adı vardır? Onları
bulmaya kaç yaşam yetebilir?
....
Çevirmen Şadan
Karadeniz'in özgeçmişi şöyle
verilmiş:
"Şadan Karadeniz
1931'de Trabzon'da doğdu. DTCF'nin İngiliz Dili ve edebiyatı
Bölümü'nü bitirdikten sonra BBC Türkçe Yayınlar bölümü ve
TRT'de program uzmanlığı, Türk Tarih Kurumu'nda uzman çevirmenlik
yaptı. Adını, Umberto Rco'dan yaptığı Gülün Adı ve Foucault
Sarkacı romanlarının başarılı çevirileriyle duyurdu. Çeviri
etkinliklerinin yanı sıra özgün yapıtlara yönelerek 1998' de
Uçan Kaçan Sözcüklerin Ardında-Bir Çevirmenin Güncesi adlı
kitabı, 1999'd Gelgitler adlı "novella"sını yayımlayan
Şadan Karadeniz , Ölümsüz Adagio'lar1da, yılların birikimini
"deneme"ye taşıyan bir yazar kimliğiyle çıkıyor
okurlar karşısına."
Dergilerde yer alan
"Eleştiride Öznellik", "Manganelli'yle olanaksız
bir söyleşi", "Giorgio Manganelli, "Düzyazının
ince sesisini duyuran yazar", "uy ya da öl", "Ölü
Sözcükler", "Yinelenen işkenceler", "Bir gemi
yolculuğu", "Bir Bilinç Akışı Denemesi" gibi
yazıları listelenmiş. "Yazın Uçurumunun Kıyısında;
Nursel Duruel:Şadan Karadeniz'le söyleşi" konmuş.
Şadan Karadeniz'in
çevirdiği yazarlar arasında Umberto Eco dışında Katherine
Mansfield, Henri Pirenne, Tim Cornell, Carlos Fuentes, Georges
Simenon, Elsa Morante, Sylvia Plath, Luigi Pirandello, Fernando
Savater, giovanni Papini, Gabriel Garcia Marquez, Giorgio Manganelli,
Marcus Aurelius ve Randa Ghazy yer almış.
Kitaplarıysa "Uçan
Kaçan Sözcüklerin Ardında", "Gelgitler", "Ölümsüz
Adagio'lar", "Fındık Faresiyle Bilgisayar
Faresi,Bilgisayar Öyküleri", "Oyuncular ve Seyirciler,
Yapı Kredi Yayınları", "Bir Dönem Bir Yaşam, Raif
Karadeniz'in Yaşamı" olarak belirtilmiş.
"Uçan Kaçan
Sözcüklerin Ardında", "14 Aralık 1994, Ankara"
notuyla şöyle tanıtılmış:
"İnsanların ölümü,
hayvanların ölümü, doğanın ölümü, giderek evrenin termik
ölümü. Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz, zaman geri getirilemez,
durdurulamaz da,bir ırmak gibi akıp gider, tüm canlılar bu akıp
giden zaman içinde bir gelişim, giderek bir bozulma, yozlaşma, bir
yok oluş, sürecinden geçer; kaçınılmaz,
değiştirilemez,ondurulmaz bir yok oluş sürecinden. Zamanı, ölüme
göre tanımlarsak, onun insanlar için bir yaşam süreci olduğunu
bile söyleyebiliriz. Dünyaya adım attığımız andan başlayan,
canın tenden çıktığı ana kadar süren bir ölüm süreci."
"Ölümsüz
Adagio'lar" tanıtımında maskeler yer almış:
"Zaman içinde
gelişip çeşitlenen, değişik işlevler edinen maskelerin
alabildiğine geniş bir yelpazesi var: ölü gömme, bereketlilik
sağlama gibi dinsel ya da toplumsal törenlerde kullanılan tören
maskelerinden eğlencelerde ya da gösteri sanatlarında kullanılan
maskelere, maskeli balolarda, tiyatroda kullanılan
maskelere,balolarda, gaz maskelerinden mikroplardan korunmak için
yüze takılan sterilize maskelere, ameliyat sırasında cerrahların
taktıkları maskelerden kar maskelerine,hırsızların yüzlerine
taktıkları maskelere, bir katilin bir casusun,bir gizli örgüt
üyesinin,bir teröristin tanınmamaları için ameliyatla
değiştirilen yüzlerine dek. Bu arada, palyaçoyu da unutmamak
gerekir: acılı bir yüreği gizleyen gülünç bir maskedir
palyaçonunki."
"Fındık Faresiyle
Bilgisayar Faresi" tanıtımında yazılmak istenen bir öykü
var:
"Yazmak istediği
öykü patlamayacaktı; öyle görünüyordu. Bunun başlıca nedeni
de, aceliciliğiydi. Yeterince beklememişti zihninde biçimlenmesini.
(...) Dosyayı kapattı. Sonra zihnini yazılmamış,yazılamamış
öyküden kurtarabilmek için konu değiştirmeye karar verdi. Başka
bir dosya açmak istedi. İlkin bulamadı aradığı dosyayı."Bul"
komutunu verdi sonra. Ulaşmak istediği dosyanın simgesi, alt alta
iki kez belirdi beyazcamda. Simgelerin karşısında şu sözcükler
yazılıydı; şu komut sözcükleri: 'uy,ya da öl'.
Kendisine yönelik bir
ileti gibi algıladı bunu: Ama burada ölmesi gereken kimdi? Bir
türlü yazılmak bilmeyen öykü mü, öykünün suyuna gitmeyen,
gereklerine uymayan, uyamayan kendisi mi, karar veremedi önce. Öyle
de böyle de, aynı kapıya çıkar diye düşündü sonra. Bir
öykünün ölümü, biraz da yazarının ölümü değil midir?"
"Oyuncular ve
Seyirciler", etkinliği ve edilginliği sorgulamış:
"Oyuncularla
seyircileri birbirinden ayıran temel özellik; oyuncuların etkin,
seyircilerinse edilgin olmaları, daha çok, öyle olduklarının
düşünülmesidir. Ama gerçekten öyle midir? Oyuncular etkin,
seyirciler edilgin midir? Sinemada olsun, tiyatroda olsun, oyuncular
bir kurmaca yapıtın içinde yer alan kişileri canlandıran, bir
rol oynayan kişiler, sanatçılardır. Rolsüz oyuncu düşünelemez
kuşkusuz. (...) Seyirci, adı üstünde, bu etkinliği seyreden,
izleyen kişidir. Ama ne tür bir izlemektir bu? Seyircinin de, tıpkı
oyuncu gibi, bir rol'ü yok mudur? Sahnede olup bitenlere, bir
akarsuyun kıyısında oturmuş, önünden akıp giden yaşama bakar
gibi mi bakar yalnızca? (...) Seyirci, yerine göre meraklı, yerine
göre ilgili, yerine göre duyguludur oyun ya da film boyunca,
kurmaca bir dünyanın, kurmaca kişilerin karşısında olduğunu
bile bile, zaman zaman kendisini perdeden ya da sahneden ayıran
uzaklığı aşar, kendini oyun kişilerinin arasında bulur, ucundan
kıyısından onların dünyasına girer; giderek kendini onlarla
özdeşleştirir; hatta oyuncu bile sanabilir kendini. Seyirciyken
oyuncu olur böylece."
"Bir Dönem Bir
Yaşam,Raif Karadeniz'in Yaşamı" tanıtımında, Karadeniz
bölgesindeki ağız farklılıklarına değinilmiş:
Karadeniz
bölgesinde, farklı yöreler, hatta birbirine çok yakın yerleşim
yerleri arasında bile ağız farkları vardır. Babamın dostu,
hemşerisi, milletvekilliği yapmış, dile, kökenbilime meraklı
Ömer Hocaoğlu şöyle açıklamıştı, birbirine böylesine yakın
olan Vakfıkebir'le Beşikdüzü'nde konuşulan Türkçenin neden bu
denli farklı olduğunu, Vakfıkebir Türkçesinde yığınla Rumca
ya da Rumca kökenli sözcük varken, dahası Trabzon'un Tonya
ilçesinin bazı köylerinde bir zamanlar yalnızca Rumca
konuşulurken, Beşikdüzü'nde neden neredeyse hiç Rumca sözcüğe
rastlanmadığını: "Beşikdüzü halkı Çepni kökenlidir;
Çepniler bir Türk boyudur, katıksız Türkçe konuşurlar.
Vakfıkebir'de ise Pontus Rumcasının belirgin bir etkisi vardır."
(152)
Açıkçası, gülün
adını bir başka dilde bulup yaratabilmek, tüm birikimini
kullanarak onu kendi dilinde yazmış olan yazarın işinden kolay
olmayabilir.
....
Umberto Eco sitesinde bir
alıntı var.
"İnsanlar tanrıya
inanmayı bıraktıklarında bu, hiçbir şeye inanmadıkları değil,
her şeye inandıkları anlamına gelecektir."
İnsanların tanrının
onları doğanın ve evrenin sınırlarında beklediğini anlamaları,
ona ve kendilerine gerçekten inanmayı öğrenmeleri için; kaç
ortaçağ karanlığı yaşanması gerekir?
1. Umberto Eco, Gülün
Adı, Türkçesi Şadan Karadeniz, Can Yayınları, 1986.
2. Gülün Adı, Sayfa 9
3. Gülün Adı, Sayfa 11
4. Gülün Adı, Sayfa
12-15
5. Gülün Adı, Sayfa
16-17
6. Gülün Adı, Sayfa
18-24
7. Gülün Adı, Sayfa 27
8. Gülün Adı, Sayfa 28
9. Gülün Adı, Sayfa 29
10. Gülün Adı, Sayfa
29-30
11. Gülün Adı, Sayfa 31
12. Gülün Adı, Sayfa
31-34
13. Gülün Adı, Sayfa 35
14. Gülün Adı, Sayfa
36-37
15. Gülün Adı, Sayfa 41
16. Gülün Adı, Sayfa 43
17. Gülün Adı, Sayfa
44-46
18. Gülün Adı, Sayfa
56-57
19. Gülün Adı, Sayfa 59
20. Gülün Adı, Sayfa 60
21. Gülün Adı, Sayfa 61
22. Gülün Adı, Sayfa
62-63
23. Gülün Adı, Sayfa 66
24. Gülün Adı, Sayfa
69-71
25. Gülün Adı, Sayfa 77
26. Gülün Adı, Sayfa 79
27. Gülün Adı, Sayfa
80-86
28. Gülün Adı, Sayfa
95-97
29. Gülün Adı, Sayfa
99-103
30. Gülün Adı, Sayfa
107-109
31. Gülün Adı, Sayfa
113-115
32. Gülün Adı, Sayfa
123
33. Gülün Adı, Sayfa
128
34. Gülün Adı, Sayfa
132-140
35. Gülün Adı, Sayfa
143
36. Gülün Adı, Sayfa
155
37. Gülün Adı, Sayfa
164-169
38. Gülün Adı, Sayfa
174-176
39. Gülün Adı, Sayfa
181-183
40. Gülün Adı, Sayfa
185
41. Gülün Adı, Sayfa
187-189
42. Gülün Adı, Sayfa
191-192
43. Gülün Adı, Sayfa
194-195
44. Gülün Adı, Sayfa
196
45. Gülün Adı, Sayfa
197
46. Gülün Adı, Sayfa
199-201
47. Gülün Adı, Sayfa
206-207
48. Gülün Adı, Sayfa
210
49. Gülün Adı, Sayfa
211
50. Gülün Adı, Sayfa
212
51. Gülün Adı, Sayfa
213
52. Gülün Adı, Sayfa
214
53. Gülün Adı, Sayfa
215
54. Gülün Adı, Sayfa
218
55. Gülün Adı, Sayfa
219
56. Gülün Adı, Sayfa
220-221
57. Gülün Adı, Sayfa
222
58. Gülün Adı, Sayfa
223
59. Gülün Adı, Sayfa
227-228
60. Gülün Adı, Sayfa
229-230
61. Gülün Adı, Sayfa
233
62. Gülün Adı, Sayfa
238
63. Gülün Adı, Sayfa
246-247
64. Gülün Adı, Sayfa
251
65. Gülün Adı, Sayfa
255
66. Gülün Adı, Sayfa
261
67. Gülün Adı, Sayfa
262
68. Gülün Adı, Sayfa
263
69. Gülün Adı, Sayfa
268-274
70. Gülün Adı, Sayfa
280-281
71. Gülün Adı, Sayfa
282-283
72. Gülün Adı, Sayfa
285
73. Gülün Adı, Sayfa
286-287
74. Gülün Adı, Sayfa
288
75. Gülün Adı, Sayfa
289
76. Gülün Adı, Sayfa
291
77. Gülün Adı, Sayfa
292
78. Gülün Adı, Sayfa
294
79. Gülün Adı, Sayfa
296-297
80. Gülün Adı, Sayfa
298
81. Gülün Adı, Sayfa
301-303
82. Gülün Adı, Sayfa
306
83. Gülün Adı, Sayfa
310
84. Gülün Adı, Sayfa
313-319
85. Gülün Adı, Sayfa
321-334
86. Gülün Adı, Sayfa
337-338
87. Gülün Adı, Sayfa
343-350
88. Gülün Adı, Sayfa
352-363
89. Gülün Adı, Sayfa
371-373
90. Gülün Adı, Sayfa
375
91. Gülün Adı, Sayfa
380-385
92. Gülün Adı, Sayfa
387-388
93. Gülün Adı, Sayfa
391-393
94. Gülün Adı, Sayfa
395-400
95. Gülün Adı, Sayfa
401-404
96. Gülün Adı, Sayfa
406-407
97. Gülün Adı, Sayfa
412-422
98. Gülün Adı, Sayfa
425-427
99. Gülün Adı, Sayfa
433-435
100. Gülün Adı, Sayfa
438-449
101. Gülün Adı, Sayfa
454-462
102. Gülün Adı, Sayfa
465-466
103. Gülün Adı, Sayfa
472-475
104. Gülün Adı, Sayfa
477
105. Gülün Adı, Sayfa
479-480
106. Gülün Adı, Sayfa
483-485
107. Gülün Adı, Sayfa
490-491
108. Gülün Adı, Sayfa
494-496
109. Gülün Adı, Sayfa
498-499
110. Gülün Adı, Sayfa
501-503
111. Gülün Adı, Sayfa
508-510
112. Gülün Adı, Sayfa
517
113. Gülün Adı, Sayfa
523-524
114. Gülün Adı, Sayfa
534
115. Gülün Adı, Sayfa
538
116. Gülün Adı, Sayfa
541
117. Gülün Adı, Sayfa
545-554
118. Gülün Adı, Sayfa
556-559
119. Gülün Adı, Sayfa
562-563
120. Gülün Adı, Sayfa
565
121. Gülün Adı, Sayfa
568
122. Gülün Adı, Sayfa
573-575
123. Gülün Adı, Sayfa
577-579
124. Gülün Adı, Sayfa
583-584
125. Gülün Adı, Sayfa
586-590
126. Gülün Adı, Sayfa
592-593
127. Gülün Adı, Sayfa
595-596
128. Gülün Adı, Sayfa
599-601
129. Gülün Adı, Sayfa
603-605
130. Gülün Adı, Sayfa
606-609
131. Gülün Adı, Sayfa
611
132. Gülün Adı, Sayfa
613
133. Gülün Adı, Sayfa
615
134. Gülün Adı, Sayfa
617-620
135. Gülün Adı, Sayfa
622-626
136. Gülün Adı, Sayfa
628
137. Gülün Adı, Sayfa
631
138. Gülün Adı, Sayfa
635
139. Gülün Adı, Sayfa
638
140. Gülün Adı, Sayfa
641-644
141. Gülün Adı, Sayfa
647
142. Gülün Adı, Sayfa
652-661
143. Gülün Adı, Sayfa
673
144. Gülün Adı, Sayfa
676
145. Gülün Adı, Sayfa
678-681
146. Gülün Adı, Sayfa
685-689
147. Mehmet Arat,
Gerçeğin Katli ve Ölümün Sardığı Yaralar,
http://www.sanatlog.com/edebiyat/gercegin-katli-ve-olumun-sardigi-yaralar/
148. Umberto Eco,
Gülün Adı,
http://www.dr.com.tr/Kitap/Gulun-Adi/Umberto-Eco/Edebiyat/Roman/Dunya-Roman/urunno=0000000064192
150. Umberto Eco,
The Name of the Rose,
http://www.encyclopedia.com/article-1G2-3421500019/name-rose.html
152. Şadan
Karadeniz, http://sadankaradeniz.com/
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)