24 Şubat 2022 Perşembe

Odise....Odysseia

Odise'nin kitap arkası, İlyada'dan epey sonra geldi. Araya büyük, insanları ve dünyadaki yaşamı çok etkileyen gelişmeler girdi, dünya sahnesine bir korona virüsü çıktı ve sürekli değişmeye başladı.

İlyada (1) için 2014'te bir kitap arkası yazısı yazdıktan sonra Odise'nin (2) öyküsüne başlamam epey uzun bir zaman almış. Bu arada altı yıl geçmiş. Dünya, kitaplar ve ben epey değişmiş olmalıyız. Ama sanırım edebiyat tarihinin ilk kitapları olduklarını söyleyebileceğimiz İlyada ve Odise, hâlâ oldukları yerlerde tüm bilgileri ve güzellikleriyle duruyorlar.

Azra Erhat Ocak 1970 tarihli önsözüne "İlyada bir olayın, Odysseia bir kişinin destanıdır" diye başlayarak, insanlığın ve sanatın tarihini bir cümlede özetliyor. İçinde bulunduğumuz yirmi birinci yüzyılda bile olaylar yaşamları belirlemeyi sürdürüyor. Bireysel özgürlüklerin değerinin anlaşılmış olması, bunların korunması ve geliştirilmesi için yeterli olmuyor. İnsanların birbirleriyle ve doğayla ilişkilerinde sağlıklı bir denge kurulamıyor. İlyada ve Odise'nin çatışmaları pek az değişmiş olarak aynı vahşetle günümüzde de sürüyor.

- ÖNSÖZ

- Önsöz: Odysseia'nın Kuruluşu

"Çağdaş okuyucu destan da demez Odysseia'ya, onu daha çok bir romana, bir filme benzetir" diyen Azra Erhat, beş ayrı destan parçasını Odysseia'nın Kuruluşu başlığı altında şöyle sıralamış:

"I. Telemakhia (Bölüm I'den Bölüm .IV'e) II. Kalypso'nun adasında (Bölüm V) III. Phaiakların ülkesinde (Bölüm VI'dan Bölüm IX'a) IV. Odysseus'un serüvenleri (Bölüm IX'dan XII'ye) V. İthake'de (Bölüm XIII'ten XXIV'e)"

Bu parçaların "asıl Odysseia destanı olan Odysseus'un serüvenlerini" "Odysseus'un kendisi anı olarak", diğerleriniyse "Odysseia'nın ozanı kimse o" anlatıyormuş. (2, 5)

İlk bölüm için "İlyada gibi Odysseia da bir seslenişle başlar" diyen Azra Erhat, kişileri ve olayları yirmi dört bölüm başlığı altında özetlemiş. (2, 6-12)

Sonra "Bu yoğun metin, bu karmaşık anlatım, ilk çağdan bu yana şaşırtmıştır bilginleri" diyerek Odise yolculuğuna başlamış.

"Destan içinde destan, masal içinde masal olduğuna göre, ozan içinde ozan da bulunabieceğini düşünmüştür bu bilginler."

"Sanatçının mantığı elbette ki bilginin mantığıyla kıyaslanmayacak derecede üstündür. Ne var ki, Odysseia'da gerçekten düşündürücü ve kuşku uyandırıcı parçalar ve dizeler vardır."

"Demodokos, Troya Savaşının anlı şanlı olaylarını anlatmakla Odysseus'u duygulandırır, ağlatır ve anılarının canlanmasına yol açarak Odysseia destanının dile gelmesini sağlar."

"Bu Demodokos öyle önemli bir tiptir ki, Homeros hakkında ne söylenmişse, hep Odysseia'daki bu ozan tipine bakarak uydurulmuştur: Kör oluşu, şölenlerde ezgi söyleyişi, birçok destan geleneklerini sürdürüp okuyuşu ve bir ozanlar okulu kurduğu söylentileri hep buradan gelmedir."

"Athene'nin her fırsatta yeryüzüne koşup Mentes, Mentor, bir kız ya da bir oğlan çocuk kılığına girmesi gibi, dokuz ya da bir tek peri olarak simgelenen Mousa da, Demokodos'un, Phemios'un, giderek Odysseus'un kılığına mı girdi? Tanrıça insan mı oluverdi? Esin denilen, artık insanın dışında bir dağın doruğundan değil de, kendi içinden mi gelmektedir?"

"Ozanlık, tanrıların armağanı, ama insanların içinde."

"Odysseia, tanrı-insan ikiliğini, bir gökte, bir yerde yansıtan bir destan değil, insan ağzından anlatılan ve insanın insan-üstü, insan dışı varlıklarla ilişkilerine yeni yeni anlam, imge ve simgeler arayan bir romandır."

"Odysseia göze görüneniyle film, kafaya değineniyle romandır." (2, 12-15)

-- Önsöz: Odysseia'nın İnsanları

"Odysseia'nın baş kahramanı, tek kahramanı Odysseus'a destanlarla verilen sıfatlar incelenmeye değer, çünkü kendine özgü nitelikleri vardır Odysseus'un."

"Nedir bu tanrı vergisi? Tanrılardan Zeus ile Athene'de görülen 'Metis', yani düşünme gücü ve akıldır; çare bulma, düzen kurma ....; bir de .... her derde sabırla katlanma, dayanma gücüdür."

"Odysseus cin fikirlidir, üstün zekâlıdır, gerektiği zaman yalan söylemesini, masal uydurmasını, elâlemi kandırmasını becerir ve en çetin güçlüklerin, en çetrefil durumların, en korkunç tehlikelerin içinden yağdan kıl çekercesine sıyrılmasını bilir."

"Odysseus'un aklı kötüye işlemez. İthake kralı, kurallara, törelere herkesten çok saygılıdır, yalan ve düzeni yalnız yerinde, olumsuz güçlere karşı kullanır, onun .... düşün yetisinde bugün akıl ve zekâ dediğimizden başka bir de bilinç kavramı vardır. .... serüven kahramanlarının değil, çağımızın büyük keşiflerine yol açan arayıcı, bulucu ve yaratıcı kafaların prototipi, ilk örneğidir."

"İlyada .... insana karşı insanın savaşı .... Odysseia .... insanın doğaya karşı savaşı .... Bu ölümsüz konuyu ilkin dile getiren en büyük insanlık destanıdır Odysseia."

"Tanrıça Athene'nin, düğününün yakın olduğunu sezinleterek yunaklara gönderdiği Nausikaa, Odysseus'a gönül vermiştir elbet, bir kral kızına yakışır cesaretle ve vakarla davranmasını sağlayan bu adamı, hele yıkanıp giyindikten sonra görünce, genç kızın hayran bakışlarında, çağdaş bir romancının anlatmakla bitiremeyeceği bir duygu fırtınası gelmektedir."

"Homeros -İlyada'da değil, yalnız Odisseia'da- uşağın da efendisini çizmesini bilmiştir: Eumaios, Eurykleia ve Odysseus'un daha birçok çobanı, uşağı da köledirler, ama efendi gibi saygı görürler, çünkü efendice davranırlar. Oysa taliplerin her biri birer efendidir, ama uşaktan daha aşağılık gösterir Homeros onları, akıl ve doğruluktan pay almamışlardır çünkü."

"Vefalı, akıllı, sabırlı, olgun kadın tipini simgeleyen ve böylece dillere destan olan Penelopeia, nasıl da Odysseus'un dişisi, onun tıpatıp eşi olarak canlandırılmaktadır! Son bölümlerde Odysseus'u tanımakta gösterdiği direnme ve kuşku, Telemakhos'u bile çileden çıkarır, 'taş yürekli' diye çatar anasına; ne var ki Odysseus bayılır karısının bu tutumuna, onun talipleri oyalayıp aldatmasını, armağanlarını önceden alıp onları başaramayacakları bir yarışmaya koşmasını övdükçe över içinden, çünkü Penelopeia tıpkı kendisinin davranacağı gibi davranır." (2, 16-18)

-- Önsöz: Masal ile Gerçek

"Masal ile gerçek arasındaki sınırı çizmek epey güçtür Odisseia'da. Ama neden efsane demiyoruz da masal diyoruz burada?"

"Odysseia .... tek bir kişinin öyküsü. İlyada'da tanrılar hem ön planda, hem üst plandadır. .... konutları .... gerçeküstü, gerçekdışı bir dünyadır. .... Ama Odysseia'da asıl rol alan başka tanrılardır: Kirke, Kalypso, İno, Proteus, Poseidaonoğlu Polyphemos, Seirenler, Skyllalar, Kharybdisler. Eylemi asıl yöneten onlardır."

"Bunların .... Olympos tanrılarıyla .... ilişkileri yoktur, .... Zeus'un buyruğunu kendisine ileten Hermeias'a şöyle der Kalypso: "Amma da kıskançsınız, tanrılar, yazık size! / Çok görürsünüz bir erkekle yatmasını bir tanrıçanın, / sevdiği bir erkeği koca diye almasını açıkça."

".... güzel belikli, yaman bir tanrıça olarak nitelendirilen Kirke, insan sesli bir büyücüdür; .... Odysseus'un kader ipliğini sanki o tutmaktadır elinde, .... kendi bildiklerinin daha ötesini öğrenmesi için de, dünyanın ucunda, Okeanos Irmağının kıyısındaki Ölüler Ülkesi'nde bilici Teiresias'ın, yani ölmüş bir insanın ruhuna başvurmasını o salık verir Odysseus'a."

-- Odysseus'un Mavi Yolculuğu

"Kimi adlar vardır, dile girer, ölümsüzleşir. Mausolos, nasıl anıtkabirlerin hepsine adını vermişse, Odysseus da aşılmaz, engellerle dolu, sonu gelmeyen yolculuklara vermiştir adını."

"Mavi yolculuk diyesim geliyor. Ne var ki, maviliği unutulmuştur bu yolculuğun, yalnız tüyler ürpertici korkunç tehlikeleri kalmıştır akılda."

"Bir İngiliz denizcisi, tıpkı Schliemann gibi Homeros'a inanmış bir adam, yedi yıl denizlerde küçük bir yelkenliyle dolaştı, Odysseus'un yolculuğunu bir daha yaşayacağım diye. .... Gelin, Ernle Bradford'la birlikte yaşayalım biz de Odysseus'un serüvenlerini."

-- Homeros'un Dünya Haritası

"İ.Ö. VIII-VI yüzyıllarında harita yoktu, coğrafya diye bir kavram da yoktu. Tuhaftır ki bu iki kavramı da Homeros denilen o koca ozan yarattı; Batı şiirini ve yazınını da yarattığı gibi."

"Fenikyelilerin İ.Ö. XII'nci yüzyıldan beri Batı Akdeniz'e uzandıkları, Sardinya ve Sicilya'da üsler, IX'uncu yüzyılda da Kuzey Afrika kıyılarında Kartaca'yı kurdukları bilinir. Bu denizci ve alışverişçi ulusun açtığı çığır, önce sözlü, sonra da yazılı geleneğe dökülerek 'periplous' denilen seyahatnamelerin oluşmasını sağlamıştır. İlk periplous yazarı, yani ilk coğrafyacı, .... Hekataios'tur, .... Homeros'tan birkaç yüzyıl sonra yaşadığı halde, dünya görüşünü gene Homeros'tan alır, yani o da dünyayı yuvarlak bir disk biçiminde tasarlar. Bu diski çepeçevre dolanan engin su akıntısı, Olympos tanrılarından önce yeryüzünde egemenliği ellerinde tutan tanrılardan Okeanos'tur."

"Herakles .... Okeanos'a açılan çifye kayalara varmış, orada .... dev Atlas'a rastlamış, korkunç yükünü .... alarak bir süre kendi kendi taşıyıp Atlas'ı Akşam Kızlarının Bahçesinde altın elmalar koparmaya göndermişti."

"Odysseia'da verilen güzergâh, yön, rüzgârlar, kıyılar ve limanlara değgin bilgilerin ne kadar tutarlı ve gerçekçi olduğunu belirten ve zamanımızın deniz haritaları ve gemici el kitaplarıyla karşılaştıran Bradford, Odysseia yazarının anlattığı yolculuğu kendisi yapmamış olduğu belliyse de, sözlü gelenek yoluyla elde ettiği bilgileri yerinde kullandığına inanmaktadır. .... İlkçağdan ve özellikle coğrafyacı Strabon'dan bu yana bilginler bu görüşü paylaşıp destanda sözü geçen yerleri haritalarda saptamaya çalışmışlardır. .... Victor Bérard, 'Les navigations d'Ulysse' .... Bradford .... .... Homeros .... sözlü geleneğin .... destan parçalarını .... toplayan, .... kahraman olarak .... cin fikirli Odysseus'u seçen kimsedir. .... .... Odysseia'nın verdiği somut bilgileri .... özetlemeye çalışalım."

-- Rüzgârlar

"Notos, Boreas, Euros ve Zephyros. .... Halikarnas Balıkçısına sorduk. .... Notos, bizde adını Lodos'a, Boreas da Poyraz'a vermiştir ama ikisi de 45 derece yer değiştirmiş oluyorlar. ...."

-- Odysseus'un Gemileri "Troya'dan çıkışta 12 gemisi vardır Odysseus'un. Çift sıra kürekli ve yelkenli gemilerdir bunlar, sancak ve iskelede onar kürekten yirmi kürekçi çalışır bu gemilerde."

-- Odysseus'un Uğrakları

Kikonlar

"Troya'dan sonra ilk uğrak Kikonların İsmaros kentidir."

Ege'de Poyraz

"Kuzey'den gelen rüzgâr Odysseus'un filosunu güneye sürer."

Lotosyiyenler

"Lotos da nasıl bir yemiş, nasıl bir içkiyse, sılayı unutturur 'ekmek yiyen' Akhalara. Aman aman burada kalalım, rahat edelim de eksik olsun İthake, diye gözyaşı dökerek yalvarırlar Odysseus'a."

Kyklops Polyphemos

Odysseus'un üçüncü uğrağı tek gözlü devlerin (kykl-ops: yuvarlak göz) yemyeşil toprağıdır.

Aiolos'un Adası

"Homeros, Akdeniz'in ortasına kondurduğu rüzgârlar tanrısı Ailos'un adası için şöyle der: 'Yıkılmaz, tunçtan bir duvarla çevriliydi bu yüzen ada, kent oturtulmuştu göğe yükdelen bir kayanın üzerine.'"

Laistrygonlar

"Bradford, nasıl bir rastlantıyla Korsika'nın Bonifacio Limanına girdiğini ve bu eşsiz limanın Odysseus'a belâ getiren liman olduğunu fotoğraflarla da kanıtlıyor."

Kirke

"Sardinya'nın tam karşısında, İtalya'nın Etrurya bölgesinde, dugün de Capo Circo diye anılan yer olsa gerek. Ama bu, ada değil de bir burun, eh Odysseus o kadarında yanılmış olabilir."

"Kirke, Anadolu'nun Ana Tanrıçası olmasın? .... Etrüskler Anadolu'dan İ.Ö. 700 yıllarında İtalya'ya göç etmişlerdir. Ana Tanrıça'yı onlar mı götürdü İtalya'ya ...."

Nekyia

"Odysseus'un yolculuğunda gerçekle ilgisi olmayan tek parça, Ölüler Ülkesine gidiştir. .... Nekyia, bildiğimiz Hades, yani yeraltı dünyası .... değildir. .... Nekyia'nın sonradan Vergilius, Dante ve daha birçok ozanın yapıtlarına örnek diye bir destan motifi açtığını belirtmekle yetinelim."

Seirenler

"Öykünün bundan sonrası gizemli bir hava içinde geçer. .... Seirenler, Skylla, Kharibdis sanki belli bir denizde, belli engeller değil de, hayat engininde her insanın karşılaşabileceği tehlikelerdir."

"Seirenleri, Salerno Körfezinde Galli Adalarına yerleştirmek yerinde olur. Kadın başlı, kuş gövdeli bu efsane yaratıkları, benzerleri Harpyalar gibi ölüm perileridir. .... Ne var ki, Harpyalar .... ölmüşlerin ruhlarını Hades'e taşımakla kalırlar, Seirenlerse ölüme aşkı da karıştırırlar. Bu aşk özlemini de sesleri, ezgileriyle dile getirirler."

Skylla ile Kharybdis

"'Kharybdis'ten Skylla'ya düşmek', yağmurdan kaçarken doluya tutulmak anlamına gelir frenkçede. Odysseia'daki bu öykünün ne kadar ün saldığı bu deyimden belli. .... Kirke, Odysseus'a dönüş için iki yol gösterip ikisi arasında seçim yapmasını söyler."

"Skylla kayasının dibinde bir .... mağaranın içinde yarı bele kadar gömülü, 12 ayaklı, 6 boyun ve 6 başlı bir canavar yaşar, başlarını mağaradan dışarı uzatıp geçen gemicileri yakalar .... Kirke, Kharybdis'te büsbütün yok olmaktansa, Skylla'da altı kurban vermesini öğütler Odysseus'a.

Kalypso

"Kalypso hem 'saklı tanrıça', hem Olympos tanrılarından önceki kuşaktan tanrı Atlas'ın kızı. .... Bradford, denizle çevrili Kalypso Adasının Malta olduğunu hem denizcilik hem de arkeoloji bakımından sapasağlam kanıtlıyor. Malta Müzesinde (steatopyg) geniş kalçalı Kybele figürinleri ve Ana Tanrıçanın hizmetinde bulunan Kabirlerin heykelcikleri görülür. .... Ana Tanrıçanın yeri, dünyanın göbeğidir; .... Odysseus, matriarkal bir düzenin egemenliğine girmiş demektir, .... Hacılardan çıkan heykelciklerde gördüğümüz gibi, tanrıçanın dolgun bedenine yapışık, bir araçtan başka bir şey olmayan bir erkek. .... Ayrıntılı olarak işlenmesi gereken bu konuda uyarılmayı, ...., Ernle Bradford gibi bir mavi yolcuya borçlu olduğumu belirtmek isterim.

Phaiakların Düzeni

Bilginlerin bazıları Phaiakları hayal saymışlar, bir çeşit ölüm gemicileri, kentlerinin ve yaşayışlarının düzeni de pek üstünde durmadıkları bir ütopya. Günah değil mi böyle kara düşünmek masmavi aydınlığın karşısında? Korfudur, Phaiakların Skherie Adası. ....

Saraylarının yapısına ve güzelliğine hayran kalır Odysseus. Hem mimar, hem denizcidir bu ulus, gemileri öyle sağlam yapılıdır ki aşamadıkları engin yoktur. .... Haksever, töreye saygılı, uygar ve demokratik bir düzendir toplum düzenleri. En başta kadına ve sanata saygılıdırlar. Barış içinde yaşarlar, günleri yarışmalar, horonlar ve hele tanrı tarafından esinli ozanları dinlemekle geçer. Özgür insanlardır bunlar; Alkinoos, eş haklarla toplumu yöneten danışmanlarını her fırsatta toplar, .... insanlar arasındaki ilişkilere yön veren, adı Erdem anlamına gelen bir kraliçedir. Hem ne güzeldir bu ilişkiler! Homeros burada Platon'dan çok önce ideal bir cumhuriyetin örneğini .... İthake'de de yansıtmak istemiş, ne var ki, yönetici baş .... olmadığından, İthake'nin düzeni bozulmuş, çıkarcıların, çapulcuların eline düşmüştür. Yoksa Euemaios, Eyrykleia, çobanlar ve bağcılar orada da insana saygılı, uyumlu bir düzenin özgür kişileridir. .... Odysseus'un .... mutluluğa özlemi .... insan aklıyla akıldışı düzensizlikleri yenmek gücü .... İthake'ye vardıktan sonra .... doğruluk üstüne kurulu düzeni yeniden kurmak ....

- ODYSSEİA

- Birinci Bölüm: Sesleniş - Tanrılar Toplantısı - Athene'nin Öğütleri - Şölen

Anlat bana, tanrıça, binbir düzenli yaman adamı, kutsal Troya'yı yerle bir etmişti hani, sonra sürünmüş durmuştu ordan oraya, ne çok yerler görmüş, ne çok insan tanımıştı, ne çok acı çekmişti denizlerde yüreği, kurtarayım derken kendi canını, yoldaşlarına dönüş yolunu açayım derken...

....

Al bir yerinden, tanrıça, anlat bize de. Ölüm uçurumundan kurtulanlar kurtulmuştu, savaştan ve denizden dönenler dönmüştü, bir o kavuşamamıştı yurduna ve karısına, oyuk mağaralarda alıkoymuştu onu Kalypso, yüce tanrıça, yanıp tutuşuyordu, güçlü peri, kocası olsun diye o. Yıllar birbiri ardından geldi ve geçti ve tanrıların büktüğü kader ipliği vardı İthake'ye, yurduna döneceği güne, .... bir Poseiadon vardı ona acımayan, çok içerliyordu tanrıya denk Odysseus'a, ....

.... Zeus'un sarayında toplanmışlardı, .... Gök gözlü tanrıça Athene .... dedi ki: "Baba, Kronosoğlu, tanrıların en güçlüsü, .... .... akıllı Odysseus'a parçalanır yüreğim, .... acı çeker durur sevdiklerinden uzakta, sular ortasında bir adada, göbeğinde denizin. Bol ağaçlı bir ada, içinde bir Peri, kara yürekli, uğursuz Atlas'ın kızı, .... İşte o Atlas'ın kızı alıkor zavallıyı, büyüler onu, konuşur tatlı tatlı, etmediğini komaz unutsun diye İthake'yi. Oysa Odysseus yurdu için can atar, tüter gözünde ocağının dumanı.

Dokunmaz mı yüreğine senin bunlar, Olypos'lu? .... Bulutları devşiren Zeus karşılık verdi, dedi ki: ".... Hiç unutur muyum ben tanrısal Odysseus'u, .... Ama yeri sarsan Poseiadon çok içerler ona, .... Gök gözlü Athene karşılık verdi, dedi ki: "Baba, Kronosoğlu, tanrıların en güçlüsü, mutlu tanrıların şimdi isteği ne, çok akıllı Odysseus'un evine dönmesi mi, Hermeias .... gitsin bi koşu Ogygie Adasına, güzel örgülü Periye desin değişmez kararını senin, sağlamaya baksın sabırlı Odysseus'un yurda dönmesini. İthake'ye gideyim ben de, kışkırtayım oğlunu, .... çağırsın toplantıya gür saçlı Akhalıları, hadi kovun, desin, şu talipleri buradan, ....

en üstün güçlü tanrının kızıydı o. Bir fırlayışta indi Olympos'un doruklarından, tunç kargısı elinde, İthake'ye vardı, buldu Odysseus'un evini, durdu anlu kapısının eşiğinde, girmişti Taphosluların önderi Mentes'in kılığına, gördü prada, avluda, azgın talipleri, .... soylu babası tütüyordu gözünde Telemakhos'un,

Gök gözlü Athene karşılık verdi, dedi ki: ".... Adım Mentes, övünürüm Ankhialos'un oğlu olmakla, kralıyım küreksever Taphosluların. .... geçtim yaban diller konuşan insanların arasından, .... ışıldayan demir verip tunç alacağım. Gemim kıyıda, kentten uzakta, .... Geldim buraya, ama uzaktaymış baban, tanrılar alıkoymuşlar yolundan onu. Ama ölmedi Odysseus, yeryüzünde, sağ, engin denizde, sular ortasında bir adada, azgın, kaba adamlar tutar onu diri diri, .... Odysseus'un oğlu musun, bu kadar büyüdün mü? Yüzünle, gözlerinle çok benzersin ona, ...."

Akıllı Telemakhos karşılık verdi, dedi ki: "Hiçbir şey saklamam senden, konuğum, anama bakarsan, Odysseus'tan olmuşum, doğrusu ben bilmem, kimse de bilmez babası kim? .... Gök gözlü tanrıça Athene de ona dedi ki: "Demek senin gibi bir oğul doğurmuş Penelopeia, tanrılar düşünmüşler demek soyunuzun ününü. .... bu şölen, bu kalabalık ne, nedir bunlar? Düğün dernek mi var, yemekleriyle gelmemiş gibiler nedir bu içip coşmalar senin evinde, ...." Akıllı Telemakhos buna karşılık dedi ki: ".... bu ev varlıklı, düzenliydi eskiden, ama yiğit yurdundaydı o zaman, .... Yırtıcı yeller alıp götürmüştür şimdi onu. ne adı sanı kaldı, ne izi, .... ne kadar sözü geçer adam varsa İthake'de, hepsi talip anama, sömürürler varımı yoğumu. ...."

Türkü çağırıp duruyordu ünlü ozan, .... söylüyordu Akhaların acıklı dönüşünü, İkarios'un kızı akıllı Penelopeia dinliyordu üst katta, .... Tanrısal kadın durdu taliplerin karşısında, erkeklere ayrılan odanın eşiğinde tam, .... Seslendi ağlaya ağlaya tanrısal ozana, dedi ki: "Nice türküler bilirsin, Phemios, açar insanın içini, .... yürek yakan bu acıklı türküyü bırak, parça parça eder yüreğimi ...." .... Akıllı Telemakhos döndü ona dedi ki: ".... Ozana darılmamalı, dile getirdi diye Danaoların kaderini. .... .... zorla yüreğini, onu dinle. Bir Odysseus değil ki dönüş gününü yitiren, daha nice yiğit öldü Troya'da. Haydi evine git, bak işine gücüne, git dokuma tezgâhına, ipliğine bak, ...." Penelopeia şaşırdı ve döndü kendi katına,

Athena gözkapaklarına uyku dökünceye dek ağladı. Geceyle örtülü sarayda talipler bağırıp çağırıyorlardı, hepsi can atıyordu o kadınla yatağa uzanmaya. Telemakhos aralarında söz aldı, dedi ki: "İleri gidersiniz, ey anamın talipleri, .... bir gün Zeus elbet ödetir size bunu, topunuz zıbarır gidersiniz bu sarayın içinde, .... krallığı armağan ederse Zeus bana, alırım. .... Ama kral olabilecek daha bir sürü Akhalı var, genci var, yaşlısı var denizle çevrili İthake'de, Odysseus öldüyse kral olsun onlardan biri, .... " .... Karşılık verdi ona Eurymakhos, Polybos'un oğlu: "İthake'de Akhalardan kimin kral olacağını tanrılar bilir Telemakhos, tanrılar,

senin olsun nen varsa, senin olsun bu saray, İthake'de insanlar ve halk yaşadıkça senin malını zorla alamaz hiç kimse. .... ...."

- İkinci Bölüm: İthakelilerin Toplantısı - Telemakhos'un Yola Çıkışı

Erken doğan gül parmaklı Şafak görününce, Odysseus'un sevgili oğlu yatağından kalktı, .... Toplanınca teknil halk bir araya, Telemakhos, elinde tunç kargısı, derneğe yürüdü, Tekbaşına değildi, iki hızlı köpeği arkasındaydı. Athene tanrısal bir güzellik saçmıştı üstüne. .... Yol açtı ihtiyarlar, babasının tahtında otursun diye, Sonra yiğit Aigyptios başladı söze: .... Oğlu, savaşçı Antiphos, gitmişti tanrısal Odysseus'la koca karınlı gemilerle, at yetiştiren Troya'ya ...., yabani Klyklops öldürmüştü onu oyuk mağarasında, .... Üç oğlu daha vardı Aigyptios'un biri taliplerdendi, Eurynomos'tu adı, ....

...., Odysseus'un sevgili oğlu ...., .... ...., başladı söze, dedi ki: ".... Yitirdim eski kralınızı, soylu babamı, .... Ama şimdi daha da kötüsü geldi başıma: .... Anamın aklında hiç evlenmek yokken, bir sürü isteyen sardı çevresini onun, .... Çekinirler dedem İkarios'un evine gitmekten, .... Odysseus gibi bir erkek de yok ki yanımızda, kovsun atsın bu belâyı yuvamızdan, ...."

.... Antinoos girişti söze, dedi ki: "...., Telemakhos, şu öfkeni dizginle, .... O senin düzenler kuran sevgili anacığın yok mu, üç yıl oldu, dört yıl olacak nerdeyse, ...., açar umut kapılarını, ...., ama niyeti bambaşka, .... arşın arşın bez dokuyordu habire, bize de şöyle laf ediyordu arada bir: -Delikanlılar, maden tanrısal Odysseus öldü, içinizden birine varacağım elbette, ama ne olur, bekleyin bir parça daha, bitsin şu dokuma, boşa gitmesin bunca iplik, .... -eski kadınlarımızda duyulmadı böylesi akıl, güzel örgülü o eski Akhalardan ne Tyro, ne Alkmene, ne de güzel çelenkli Mykene bilmiş değillerdi Penelopeia kadar-, .... Şunu bil ki, bir Akhalıya varmadıkça anan biz ne işimize döneriz, ne başka yere."

....

Gür sesli Zeus saldı iki kartal, .... Bu belirtileri kim gördüyse titredi tepeden tırnağa, nasıl olacaktı kimbilir bu işin sonu. Söz aldı yaşlı yiğit Halitherses, Mastor'un oğlu, kuş falıyla geleceği görmede üstüne yoktu, .... "Dinleyin beni, İthakeliler, diyeceğim var:" .... "Odysseus uzun zaman uzak kalmayacak sevdiklerinden, ...."

Buna karşı, Eurymakhos, Polybos'un oğlu, dedi ki: "Çek git evine, ihtiyar, çek git hadi, .... ben senden üstün falcıyım bu işte. .... Odysseus çok uzaklarda öldü gitti, ...."

Mentor, Odysseus'un kusursuz arkadaşı, kalktı ayağa, .... ".... Ben sizi ayıplarım asıl, İthake halkı, yola getirmek için şu bir avuç adamı bir tek laf söylemezsiniz, bir tek, oysa siz çok kalabalıksınız onlardan."

Telemakhos gitti deniz kıyısına doğru, .... yakardı Athene'ye: "Dün evime gelen tanrıça, dinle beni, sen değil miydin sisli denizlere açıl diyen, .... Akhalar .... engel oluyor, ...., o adamlar kötüye kullanıyor güçlerini." Böyle yakardı, Athene de yanına geldi, boyu bosu ve sesiyle Mentor'a benzemişti, kanatlı sözlerle seslendi ona, dedi ki: ".... senin yolculuğun ..., Telemakhos, başarılı olacak. Odysseus'la Penelopeia'nın oğlu olmasaydın pek ummazdım başaracağını bu işi."

.... Telemakhos inmişti bile babasının yüksek tavanlı hazine odasın. Bu geniş odada altın, bakır yığılıydı külçe külçe, sandık sandık kumaşlar, mis gibi zeytinyağları, yıllanmış, bal gibi tatlı şarap dolu küpler duvarlara dayalı duruyordu sura sıra, .... bir kâhya kadın beklerdi orda gece gündüz, .... Euryklia'ydı o, Peiseneroğlu Ops'un kızı. Telemakhos çağırdı onu odaya, dedi ki:

".... sımsıkı kapa ağzını bütün testilerin, sağlam dikişli tulumlara un dök, ....

Senden başka kimse bilmesin bunu. .... Sparta'ya, kumsal Pylos'a gitmeyi kafama koydum, sevgili babam dönecek mi, dönmeyecek mi, anlayayım."

- Üçüncü Bölüm: Pylos'ta

Güneş güzelim gölün içinden çıktı, tunca boyalı gökte ışıdı ölümsüzlere, bereketli toprak üstünde ölümlülere ışıdı, Onlar da vardılar Pylos'a, Neleus'un sağlam duvarlı kentine.

.... Yiyip içtikten sonra doyasıya, at yetiştiren yaşlı Nestor dile geldi,dedi ki: ".... Konuklarım, siz kimsiniz? Deniz yoluyla bu geliş nereden? ...." Akıllı Telemakhos gözünü kırpmadan karşılık verdi, .... ".... Neion Dağının eteklerinden geliriz, İthake'den, .... düşmüşüm ünü yaygın babamın ardına,

.... Siz Akhalar, bir sürü dert içindeyken, soylu Odysseus, benim babam, Troya ilinde, sözünün eri olduysa, yaradıysa işinize, getir onları gözünün önüne, bana gerçeği söyle." At sürücüsü yaşlı Nestor karşılık verdi,dedi ki: ".... koca kral Priamos'un kenti önünde savaşırken neler çektik bilemezsin ey dost, en yiğit adamlarımız öldü orada, Ares'e benzer Aias orada yatar, Akhilleus orada, düşüncesi tanrıya denk Patroklos orada, orada yatar güçlü Antilokhos, gözünü budaktan esirgemez sevgili oğlum, yiğitim, .... Akıldan yana kimse boy ölçüşemezdi Odysseus'la, .... Zeus dert dolu bir dönüş tasarladı bize, ....

Menelaos diyordu ki tekmil Akhalara: Dönmeye bakın sırtında engin denizin. Oysa Agamemnon hoşlanmadı bu konuşmadan, halkı orada alakoymaktı niyeti onun. .... Gitmem de gitmem, diyordu halkın yarısı, kaldılar erlerin güdücüsü Atreusoğlu Agamemnon'la. Öbür yarımız gemilere binip açıldık, kuşlar gibi uçup gidiyordu gemiler, tanrı dümdüz etmişti koca engini. Tenedos'a varınca kurbanlar kestik tanrılara, .... İki kıvrımlı gemilerini geri döndürenler oldu, akıllı ve kurbaz Odysseus vardı bunların başında, ....

Sana ben şimdi, kalk Menelaos'a git derim, odur aramızda yaban elden en son dönen, ....

- Dördüncü Bölüm: Lakedaimon'da

Sarışın Menelaos ...., .... kanatlı sözler söyledi .... "Sekiz yıl dolaştım denizlerde gemilerimle, sürüldüm Kıbrıs'a, Finike'ye, Mısır'a, vardım Habeşistan'a, Sidon'a, Arap iline, kuzuları boynuzlu doğan Libya'ya vardım, ağası da, çobanı da yoksun değil orda taze peynirden, etten, sütten, .... Dolaşıp bol bol mal toplarken ben oralarda öteki burda öldürüyordu kardeşimi benim, ....

Odysseus'a yandığım kadar yanmam hiçbirine. .... Akhalardan hiçbiri çekmedi onun gibi, .... sağ mı, öldü mü, kimse bilmez, yaşlı babası Laertes gözyaşı döker boyuna, uslu akıllı karısı Penelopeia gözyaşı döker, bir de ufacık Telemakhos'u var, evinde bıraktığı yavrucağı."

Helene .... .... kocasına sordu bir bir: "Söylesene Menelaos, Zeus'un beslediği, söylesene kim bunlar? .... olsa olsa Telemakhos'tur bu çocuk, ulu yürekli Odysseus'un oğlu, giderken memede bırakmıştı onu, benim uğruma gitmişti Akhalar Troya'ya, ....

O sıra Zeus'un kızı Helene birşeyler tasarladı, bir ilaç attı içtikleri şaraba, yası, öfkeyi dindiren bir ilaçtı bu, tekmil acıları unutturan bir ilaçtı. ....

Helene .... .... söz aldı gene, .... ".... Odysseus .... yara bere içinde komuştu bedenini, yırtık pırtık bir şey atmıştı sırtına, bir uşak olup çıkıvermişti, düşman kentinin geniş sokaklarına işte böyle girdi o, Akha gemilerindeki Odysseus nerde, o nerdeydi, bir dilenci sanırdı onu gören. İşte böyle girdi Troyalıların iline, aldandı kentin bütün insanları, bir ben tanıdım onu, anladım kim. .... aldım onu bir güzel yıkadım, zeytinyağıyla oğup üstünü giydirdim, .... ne diye bu çılgınlıkları yapmıştım sanki, ne diye, Aphrodite çelmişti aklımı, oralara götürmüştü beni, ....

Sarışın Menelaos'un canı çok sıkıldı, dedi ki: "....

"Artık Mısır'dan bir dönebilsem diyordum, ama tanrılar tutuyordu beni orda .... Deniz ihtiyarı güçlü Proteus'un bir kızı vardır, Eidothoe'dir bu kızın adı, ....

-Diyeyim sana her şeyi dosdoğru, .... yalan bilmez bir deniz ihtiyarı. Mısırlı Proteus derler bu ölümsüze, bilir denizin tekmil girdisini çıktısını, Poseidaon'un kullarındandır o. Benim babammış, ondan doğmuşum ben.

Tunç zırhlı Akha önderlerinden ikisi, yalnız ikisi öldü sılaya kavuşmadan. .... Üçüncü önder sağ, ama engin denizin öbür ucunda. Aias öldü, uzun kürekli gemileri de battı. ....

Aigisthos .... .... .... atları arabalarıyla gitti karşılamaya halkların güdücüsünü, Agamemnon'u. .... Habersizce sürükledi onu ölüme, ....

-Laertes'in oğlunu sorarsın bana, yurdu İthake'de olan adamı. Durmadan gözyaşı döker gördüm onu bir adada, Tanrıça Kalypso'nun evindeydi, ....

Böyle konuşurken onlar birbirleriyle, davetliler tanrısal kralın sarayına geliyordu, koyunlarla, güç veren şarapla birlikte, güzel yaşmaklı karılarnın gönderdiği ekmeklerle. .... öte yanda, Odysseus'un sarayında talipler, diskler, kargılar atıp eğleniyordu, taş döşeli büyük avluda, öteden beri şımardıkları yerde. Antinoos'la tanrıya denk Eurymakhos oturmuşlardı, taliplerin başta gelenleriydiler, güçte en üstünleri. Noemon yaklaştı onlara, Phronios'un oğlu, seslendi Antinoos'a, şöyle dedi: "Söyle, Antinoos, var mı haberin, yok mu, Ne zaman dönecek Telemakhos kumsal Pylos'tan? ...."

Penelopia .... öğrendi taliplerin gizlice kurduğu düzeni; haberci Medon geldi bunu söyledi ona,

Uslu akıllı Medon .... "Keskin kılıçla öldürecekler yurduna dönerken Telemakhos'u. Babasından haber almak için kutsal Pylos'a gitti o, sonra da tanrısal Lakedaimon'a gitti." .... Penelopia .... "Olympos tanrısı bana öyle acılar verir ki, .... hiçbir kadına vermedi böylesini. Önce soylu, aslan yürekli kocamdan olduydum, Danaoları her türlü erdemde geçen bir kocaydı o, ünü Argos'a, Hellas'a yayılmış bir yiğitti! Sevgili oğlumu aldı götürdü kasırgalar şimdi de, ....

Gitsin bir koşucu, çağırsın İhtiyar Dolios'u, buraya gelirken babam vermişti onu yanıma, bağıma bahçeme bakıyor şimdi o benim, çabuk gitsin anlatsın Laertes'e her şeyi, ...." Derken sadık dadı Eurykleia söze karıştı, dedi ki: ".... .... sana her şeyi dosdoğru diyeceğim: Biliyordum bütün olanı biteni, istediği şeyleri de ben verdim ona, tatlı şarabını verdim, ekmeğini. .... Haydi git .... .... yakar Athene'ye, Kalkanlı Zeus'un kızına, bir o kurtarabilir ölümden oğlunu. ...."

.... gölgeli konakta talipler bağrışıyordu. .... .... Antinoos .... ".... Haydi gidelim gerçekleştirelim sessizce onayladığımız kararı hep birden." .... Uslu akıllı Penelopeia aç karnına yatmıştı üst katta, .... Uyuyordu başı arkaya dayalı, .... O sıra birşeyler düşündü gök gözlü Athene: Bir görüntü yaptı, benzetti bedenini .... .... İkarios'un kızı İphtime'nin tıpkısına, Eumelos'la evli, Pherai'de oturan bir kadındı o. Tanrısal Odysseus'un evine gönderdi Athene onu, ....

"Uyur musun, Penelopeia, kaygılar içinde bir yürekle? Mutlu tanrılar razı değil senin ağlamana, üzülmene, dönecek oğlun yolculuktan sağ salim, ...." Silik gölge .... .... kapı mandalından dışarı süzüldü, .... İkarios'un kızı da uyandı uykusundan,

Taliplerse, gemilerle denize açılmışlardı, nasıl düşüreceğiz diye düşüne düşüne Telemakhos'u ölüm uçurumuna. Bir ada .... İthake'yle kayalık Same adaları ortasında, ufacıktır, Asteris'tir adı, .... İşte Akhalar orda yattılar pusuya.

- Beşinci Bölüm: Kalypso'nun Mağarası / Odysseus'un Salı Şafak yatağından kalkmış, ayrılmıştı şanlı Tithanos'un yanından, ışıpı götürsün diye ölümlülerle ölümsüzlere.

Kalypso içerde türkü çağırıyordu güzel sesiyle, kumaş dokuyordu altın mekikle tezgâhına gide gele. .... "Altın değnekli Hermeias, ne diye geldin bana? ...."

Yedi içti Argos'u öldüren kılavuz tanrı. .... "Neden geldin diye sorarsın, tanrıça, .... Kendim istemedim, buraya gelmemi bana Zeus buyurdu, .... .... bir yiğit varmış senin yanında, en kara talihlisi Priamos'un kenti uğruna savaşanların, dokuz yıl savaşmışlardı da hani, yıkmışlardı kenti onuncu yılda, .... İşte Zeus çarçabuk geri göndermeni buyurdu o adamı, .... geri dönmektir kaderi onun bir daha görmek sevdiklerini, yüksek çatılı evini." .... Kalypso, yüce tanrıça, dile geldi kanatlı sözler söyledi: "Amma da kıskançsınız, tanrılar, yazık size! Çok görürsünüz bir erkekle yatmasını bir tanrıçanın, .... Güzel örgülü Demeter de gönül vermişti İasion'a, sarmaş dolaş olmuştu ikisi sevgiyle, yatmışlardı üç kez sürülmüş bir tarlada, ama Zeus ossaat aldıydu bu haberi, erkeği tepelediydi, göz kamaştıran yıldırımla." ....

"Öylece gönder onu, Zeus'un öfkesinden sakın," .... .... Yüce Nymphe de gitti ulu yürekli Odysseus'u bulmaya, .... Kıyıda oturur buldu onu, .... Nymphe'den hoşlanmıyordu artık o, isteksiz uzanıyordu geceleri mağarada onun yanına. ....

.... Poseidaon o ara gördü onu Solymos Dağı tepesinden, .... "Odysseus için verilmiş kararı tanrılar ben Yanıkyüzlülerdeyken değiştirdiler demek! Phaiakların toprağına yanaşacak neredeyse, orada kurtulacak başına gelen belalardan. Ama ben daha bir sürü bela getirebilirim onun başına." ....

.... Athene, Zeus'un kızı, buldu başka çare, .... Boreas'ı estirdi, kırdı dalgaları, Zeus'tan doğma Odysseus kavuşana dek usta kürekçi Phaiakların iline, ....

.... "çok çektim, geldim sonunda sana, kapandım dizlerine, acı bana ne olur, ocağına düştüm, sığındım akıntına." Böyle dedi, ırmak da akışını durduruverdi, .... kurtardı Odysseus'u, çekti aldı yatağına.

iki zeytin ağacı vardı orada, biri yabaniydi, biri aşılı, .... öylesine sımsıkıydı yapraklar, öylesine sarmaş dolaş. Odysseus giriverdi bu ağaçların altına, elleriyle bir döşek serdi kendisine, .... Athene döktü uykuyu gözlerine, ....

- Altıncı Bölüm: Odysseus'un Phaiak iline Gelişi

Çok çekmiş tanrısal Odysseus böyle uyurken, yorgunlukla uyku alt etmişken onu, Athene gitti Phaiakların yurduna, kentine. Eskiden Phaiaklar engin Hyperia'da otururdu, güçte üstün zorba tepegözlere yakın, .... düşünceleri tanrılardan gelen Alkinoos kraldı şimdi. .... bir kız yatıyordu orada, boyu posu, görüntüsü tanrılara denk, Nausika'ydı bu, ulu yürekli Alkinoos'un kızı .... Tanrıça, kızın yatağına yel gibi vardı, benzemişti gemileriyle ün salmış Dymas'ın kızına, .... Gök gözlü Athene bu kılıkla seslendi ona, dedi ki: ....

".... hazırlık yapmalısın düğüne, güzelce giyinip kuşanmalısın,"

Vardılar ırmağın gürül gürül akan sularına, .... kaynaklardan buz gibi su fışkırıyordu, en kirli çamaşırı yıkayacak kadar bol. ....

Kızlar bastılar çığlığı bir ağızdan, tanrısal Odysseus uyanıp doğruldu, .... "Çığrışan kızlar sarmış dört yanımı, dağların sivri doruklarındaki Nympheler mi bunlar,

"Senin gibi bir insan görmedi gözlerim daha, ne erkeklerden, ne kadınlardan."

tanrısal Odysseus da yıkadı bedenini suyun köpüğünde, .... Giyindi kızoğlankız Nausika'nın verdiği şeyleri, Zeus'tan doğma Tanrıça Athene daha iri, daha kocaman görünmesini sağladı, ....

"Hadi kalk, yabancı, kente gidelim, götüreyim seni babamın evine, akıldan yana üstün bir adamdır o, Phaiakların en ileri gelenlerini görürsün orada. .... Phaiaklar uğraşmaz oklar ve yaylarla, seren, kürek, dengeli gemiler yapmaktır onların işi gücü, ....

Bak, yabancı, noksansız yaparsan benim dediğimi, dönüşünü çabucak sağlayabilir babam."

Athene'nin kutsal korusuna vardılar gün batınca, tanrısal Odysseus kaldı orada, başladı ulu Zeus'un kızına yakarmaya: ".... Şimdi Phaiaklar beni dostça karşılasınlar, bırak, ...." Poseidaon çok içerliyordu tanrıya denk Odysseus'a ....

- Yedinci Bölüm: Odysseus Alkinoos'un Sarayında

Eurymedousa, Epiroslu ihtiyar. Epiros'tan iki kıvrımlı gemi getirmişti onu ta eskiden, .... Sarayda bu kadın büyütmüştü ak kollu Nausikaa'yı, .... .... Athene .... küçük bir kız kılığında, elinde bir testi, durdu önünde tanrısal Odysseus'un, tanrısal Odysseus da ona sordu: "Yavrum, beni Alkinoos'un konağına götürür müsün? Kralıymış o adam bura insanlarının." ....

"Gel konuk baba, göstereyim sana aradığın evi, çok yakın benim kusursuz babamın evine. .... iyi karşılanmaz burada yabancılar, .... gemiler kanat kadar, düşünce kadar hızlıdırlar." .... .... kraliçenin .... .... adı Arete'dir, .... ....

hiçbir kadın böyle sayılmadı yeryüzünde, .... halk da bir tanrıça gibi baktı ona, .... çok akıllıydı, iyi yürekliydi de ondan, yatıştırırdı bütün kavgalarını erkeklerin. ....

.... ak kollu Arete .... tanımıştı Odysseus'un sırtındaki gömlekle abayı, .... "Kimsin sen? Hangi insan soyundan? Bu rubaları kim verdi sana?"

Çok akıllı Odysseus karşılık verdi, dedi ki: ".... öğrenmek istediğini anlatacağım sana: Ogygie adlı bir ada var, ta uzakta, denizin ortasında, Atlas'ın kurnaz kızı oturur orada, Kalypso, güzel belikli, korkunç bir tanrıça, (http://www.dildernegi.org.tr/TR,274/turkce-sozluk-ara-bul.html belikli öna. İnce ince saç örgüsü olan: “On beş yaşında da kırk beş belikli / Bir kız bana emmi dedi neyleyim.” -Karacaoğlan.) .... Ak yıldırımıyla zeus parçaladıydı tez giden gemimi, .... tanrılar Ogygie Adasına attılar beni .... .... Kalypso .... aldı beni, candan baktı bana, sevdi, besledi, seni ölümsüz kılayım, derdi, hiç yaşlanmayasın, .... Yıllar döne döne geçti, geldi çattı sekizinci yıl, buyurdu tanrıça, hadi çık yola, dedi, yurduna dön, .... ekli tahtalardan bir salla yolladı beni, .... Gittim on yedi gün tam salımla denizlerde, göründü on sekizinci gün toprağınızın gölgeli dağları, ....

.... attım kendimi kıyıya yarı baygın, .... Uyudum bütün gece, şafaktan günün ortasına dek, .... Varırken gün ikindiye, uyandım tatlı uykudan, kızının hizmetçileri top oynarlar baktım kıyıda, kızın da ortalarındaydı, tıpkı bir tanrıça. Gittim yalvardım ona, .... .... Bana bol ekmek verdi, kızıl şarap verdi, yıkattı ırmakta, giydirdi şu gördüğün giysileri." .... .... Alkinoos .... dedi ki: "Ey konuğum, ....

.... .... keşke Zeus baba, Athene, Apollon nasip etse senin gibi düşünen soylu bir erkek, alsın benim kızımı, damat olsun bana, burada kalırdın, sana bir ev verirdin, üstelik mal mülk verirdim bir sürü, .... Onlar konuşurlarken böyle birbirleriyle ak kollu Arete hizmetçilerine buyurdu, avluya bir sedir koyun, dedi, .... Çok çekmiş tanrısal Odysseus yattı uyudu, orada, oymalı sedirde, yankılı avluda. Alkinoos da gitmiş yüksek konağın öbür ucunda yatmıştı, karısı hazırlamıştı onun döşeğini orada.

- Sekizinci Bölüm: Odyseus'un Onuruna Şenlik

.... Haberci de geldi, değerli ozan vardı yanında, Mousa çok severdi bu ozanı, ona hem iyi şey vermişti, hem kötü şey: Gözlerinden yoksun etmişti onu, ama tatlı ezgiyi bağışlamıştı ona. .... Yiyip içildikten sonra doyasıya, Mousa, haydi dedi ozana, ünlü yiğitleri an, beğen beğendiğini ünleri göklere çıkmış destanlar arasından. Odysseus'la Akhilleus'un kavgasını söyledi o da, tanrıların parlak şöleninde bir vakitler nasıl kavga etmişlerdi, .... Agamemnon da sevinmişti yüreğinde, insanların önderi, Akhaların en yiğitleri birbirlerine düşsünler diye. .... Büyük Zeus'un buyruğuyla o zaman başladıydı dönmeye Troyalılarla Danaolar için yıkım çemberi. Çok ünlü ozan bu destanları anlatıyordu işte, Odysseus da o sıra güçlü elleriyle kaldırıp harmanisini başının üstüne çekmiş, örtmüştü güzel yüzünü, utanıyordy Phaiaklardan, .... ....

.... Alkinoos .... .... usta kürekçi Phaiaklara seslendi, dedi ki: ".... parlak şölene yakışan çalgıdan hoş ettik gönlümüzü, gidelim yarışmalarda kendimizi deneyelim şimdi, konuğumuz isterim yurduna döndüğünde anlatsın üstün olduğumuzu oyunlarda, ...."

.... Laodamas, Alkinoos'un yiğit oğlu. .... ".... soralım konuğumuza, bildiği, usta olduğu bir oyun var mı? ...." .... Çok akıllı Odysseus ....: "Hal mi kaldı bende oyunu düşünecek? ...." Euryalos, .... "Oyunlara yatkın değil senin elin, besbelli, ....

aklın fikrin yüklediğin mallardaydı herhal," Çok akıllı Odysseus ....: ".... Tanrılar vermez insana bütün güzel, iyi şeyleri, boy pos ve akıl ve söz ustalığı toplanmaz bir adamda. .... Sen de öylesin işte, bir tanrı gibi güzel, akıldan yanaysa, fukara mı fukara. ...."

" .... Gidin, alın biriniz Demokodos'un ince sesli sazını. Bizim sarayda kaldı o, haydi çabuk!" Tanrıya denk Alkinoos böyle dedi, haberci de kalktı, oyuk karınlı sazı getirmeye gitti kralın evinden. .... .... geldi, verdi sazı Demokodos'a, ozan sazını alıp geçti ortaya, horada usta gencecik delikanlılar dizildiler çevresine, başladılar tanrısal toprağa ayaklarıyla vurmaya, bakakaldı Odysseus, şaştı gönlünde, ışıl ışıl dönen ayaklarına delikanlıların. Demokodos, elinde sazı, güzel bir ezgiye koyuldu, Ares'le güzel belikli Aphrodite'nin sevgileri üstüne, .... Ares bol armağanlar vermişti nasıl, ve nasıl kirletmişti yatağını Kral Hephaistos'un. Güneş de ossaat yetiştirmişti ona bunu, .... ( Aphrodite, babası yaygın güçlü Kronosoğlu'nun yanından yeni gelmiş, tam oturacakken, girdi yanına Ares, aldı elini, konuştu, diller döktü: -Yatalım sevgilim gel, sevişelim doyasıya, Hephaistos burada yok, yola çıktı, Lemnos'a gidiyor, kaba konuşan Sintililere.- Böyle dedi, yatmayı tanrıçanın da içi çekti, ama uzanır uzanmaz yatağa, sardı onları çok akıllı Hephaistos'un ustaca yaptığı demir ağ. Ne kollarını kıpırdatabiliyorlardı şimdi, ne bacaklarını, .... Derken çok ünlü topal geldi yanlarına, .... -Zeus baba ve hep var olan öbür mutlu tanrılar, .... Zeus'un kızı Aphrodite hor gördü beni, topalım diye hor gördü, sevdi Ares'i, ....

Bakın şunlara, nasıl yatmış sevişirler benim yatağımda! .... Böyle dedi, toplandı tanrılar tunç evin önünde, yeri sarsan Poseidaon da geldi, koşucu Hermeias da, ok atan Kral Apollon da geldi, ama bütün dişi tanrıçalar utandı, evde kaldı.

.... Poseidaon ....: -Kurtulunca Ares bu zordan, Hephaistos, kaçıp gitse bile, ben ben öderim borcunu.- Çok ünlü topal ....: -Yakışık almaz yabana atmak senin sözünü!- Güçlü tanrı böyle dedi, ağı çözdü, .... Ares yol aldı Trakyaya doğru, gülümser Aphrodite de Kıbrıs'a gitti, Paphos'a, .... Üç Güzeller yıkadılar orda onu .... Çok ünlü ozan bunları söylüyordu işte, Odysseus'un bir hoş oluyordu yüreği, usta gemici Phaiakların da yüreği bir hoş oluyordu.

.... .... Alkinoos, .... .... seslendi kürekleri seven Phaiaklara: ".... çok akıllı bir adam görünür bana konuğumuz, haydi konukluk armağanları verelim ona töremizce, bu halkın arasında siz on iki sivrilmiş kralsınız, hepiniz başına buyruk, özgürsünüz, bense on üçüncü kralım içinizde, her biriniz iyi yıkanmış bir gömlek verin, bir de .... ....

.... Sağlam yapılı kapının aralığından Nausikaa dikildi karşısına, göz göze geldi Odysseus'la, öylece ona baktı, .... ".... baba toprağına döndüğünde unutma, an beni, sen ilkin bana borçlusun kurtuluşunu." Çok akıllı Odysseus .... dedi ki: "Ulu yürekli Alkinoos'un kızı, Nausikaa, Zeus, Here'nin uzaktan gürleyen kocası, eğer isterse, döneceksem ben yurduma, .... bir tanrı gibi bakacağım sana orada, ...." .... çok akıllı Odysseus, Demodokos'a şöyle dedi: "Daha çok sayarım, Demodokos, seni tekmil ölümlülerden, Sanatını ya Mousa öğretti sana, ya da Apollon. Ne güzel söyledin Akhaların destanını, olduğu gibi, ....

şu tahta at olayını anlat şimdi bize, ...." .... Odysseus böyle dedi, ozan da tanrıdan hız aldı ve kalkıp başladı şiirini dokumaya, .... Troyalılar kendileri çekmişlerdi atı Akropolis'e, .... konuşup tartışıyorlardı soluk almadan, üç yol vardı bir türlü karar veremedikleri: ....

- Dokuzuncu Bölüm: Odysseus Anlatır: Kikonlar - Lotosyiyenler - Tepegözler

.... Odysseus .... dedi ki: "Yüce Alkinoos, bu koca halkın seçkin kralı, ne güzel şeydir dinlemek bir ozanı, hele sesi bu ozan gibi tanrılara denkse, bundan daha güzel başka ne var yeryüzünde, az şey mi barış içinde yaşaması bütün halkın, evlerde şölen yapıp ozanı dinlemesi, .... Laertes'in oğlu Odysseus'um ben, .... Otururum uzaktan görünen İthake'de, çünkü kocaman bir dağ vardır üstündei yaprakları hışırdayan Neritos dağı, sarmıştır çevresini bir sürü ada, ....

.... gelin anlatayım size Troya dönüşünü, anlatayım Zeus'un ne belâlar yağdırdığını başıma. İlyon'dan çıkarken bir rüzgâr aldı beni, götürdü attı beni İsmasor'a, Kikonların kentine, .... Kikonlar ağır basıp Akhalara boyun eğdirdiler. ....

Engine açıldık yeniden, gene yüreğimiz acı dolu. Vardık töre bilmez, azgın tepegözlerin iline, .... toprak ekilmeden, işlenmeden verir onlara her şeyi, ....

Bir burun ...., .... dibinde bir mağara, denize açılan yüksek bir mağaraydı bu, Ağıldı burası koyun ve keçi sürülerine, avlusu çevriliydi dikili taşlarla ve uzun gövdeli çamlarla ve gür yapraklı meşelerle. İnsan azmanı bir dev otururdu bu mağarada, bir başına, herkesten uzak, sürülerini güderdi, .... ve seçtim en yiğitlerden on iki kişi, dolu bir tulum şarapla koyuldum yola, Maron vermişti bana o tatlı, siyah şarabı, İsmaros'u koruyan, Apollon'un duacısı, Euanthes'in oğlu.

Hemen vardık mağaraya, ama bulamadık içeride onu, semiz davarlarını götürmüştü otlağa. .... peynir aldık yedik ve oturduk dönmesini bekledik, birden çıkageldi, bir kucak dolusu kuru dalla, Ateş yakacaktı pişirmek için akşam yemeğini, .... Sonra kaldırdı kocaman bir kayayı, dikti onu mağazanın ağzına, kapattı ağzı, .... Aşılmaz bir engelle işte böyle kapattı mağarayı o.

.... .... ateş yaktı, işte tam o sıra, gördü bizi ve sordu: -Kimsiniz yabancılar, nereden geldiniz buraya? .... .... karşılık verdim ben ona, şöyle dedim: -Biz Troya'dan dönen Akhalarız, yitirdik yolumuzu, .... .... Atreusoğlu Agamemnon'un halkından olmakla övünürüz, .... Say tanrıları,kork onlardan, ey güçlü adam, sığındık sana, yalvarırız bak işte, konukseverdir Zeus, korur yalvarıcıyı, konuğu. yoldaşlık eder, buyurur, saygı gösterilsin ona der.- Ben böyle dedim, ossaat karşılık verdi o, amansız, kaskatı: -Sen ya bir budalasın, ey yabancı, geliyor olmalısın ya da çok uzaklardan, kork diyorsun bana tanrılardan, say onları, ne kalkanlı Zeus'a aldırış eder Tepegözler, ne de öbür tanrılara aldırış eder, çok daha güçlüyüz biz onlardan. ....

.... başladı haykıra haykıra komşusu Tepegözleri çağırmaya, mağaralarda otururdu onlar, rüzgârlı tepelerde. Duydular sesini ve koşup geldiler dörtbir yandan, dikilip mağaranın çevresine, sordular başına geleni: -Ne oldu sana böyle, Polyphemos, ne bağırırsın acı acı, ....

-Sana karşı Kimse zor kullanmazsa ve yalnızsan, Büyük Zeus'tan çaresiz bir dert gelmiş olacak başına. Ama baban Poseiadon'a yalvar yakar sen gene.- Böyle dediler ve gittiler, ben de yürekten güldüm, adımla aldatmıştım onu, parlak bir düzen kurmuştum. ....

.... Tepegöz .... kopardı kocaman bir kayanın tepesini, lacivert pruvalı gemimizin önüne fırlattı attı, baş bodoslamasını tuzla buz edecekti az daha, düşen kaya parçası denizi etmişti allak bullak, ....

.... kaldırmış ellerini yaldızlı göğe, başlamıştı bile Tanrı Poseiadon'a yakarmaya: -Dinle beni, toprağı sarsan Poseidaon, lacivert yeleli, gerçekten oğlunsam ben senin, sen de babam olmakla övünüyorsan, yerine getir dileğimi, dönmesin bir daha yurduna bu kentler yıkan Odysseus, bu İthakeli, Laertes oğlu. ....

- Onuncu Bölüm: Aiolos - Laistrygonlar - Kirke

Böylece vardık Aiolos Adasına. Hippotesoğlu Aiolos otururdu orada, ölümsüz tanrıların sevgilisiydi o. Yıkılmaz, tunçtan bir duvarla çevriliydi bu yüzden ada,

Aiolos'un on iki çocuğu vardı konağında, altısı kızdı, altısı erkek, delikanlı çağında, oğullarına karı diye vermişti kızlarını Aiolos. ....

Gide gide Aiaie Adasına vardık sonunda, Orada Kirke otururdu, güzel belikli, insan sesli korkunç tanrıça, kız kardeşiydi o kötü niyetli Aietes'in. Hepsi yirmi arkadaş, yola çıktılar. .... Bir düzlükte buldular Kirke'nin güzel yapılı konağını, .... büyülemişti Kirke onları kötü ilaçlarla. .... .... kapattı yoldaşlarımı domuz ağılına. Şimdi onlar tıpkı domuza benzemişlerdi .... .... atıldım Kirke'nin üstüne öldürecekmiş gibi. O bir çığlık attı ve kapandı dizlerime, yalvara yakara söyledi şu kanatlı sözleri: -Kimsin, nereden gelirsin? .... .... ne alt edilmez bir gücün varmış senin! Çok kurnaz Odysseus musun sen yoksa, .... .... şimdi sok kılıcını kınına, hayfi, gidelim seninle uzanalım yatağımıza, sevgi içinde güvenelim birbirimize, sevişe birleşe.- O böyle dedi, ben de karşılık verdim, dedim ki: -Nasıl istersim, Kirke, sana tatlı davranmamı, .... Katlanmazsan büyük bir ant içmeye, tanrıça .... çıkmam senin yatağına ben, taş çatlasa.- ....

- On Birinci Bölüm: Ölüler Ülkesinde

.... Yak beni silahlarımla ve neyim varsa hepsiyle

.... Bir de baktım geçmiş göçmüş anamın ruhu çıkageldi can ayrılır ayrılmaz ak kemiklerden kaslar artık etleri, kemikleri tutmaz olur, yok eder onları ışıldayan ateşin zorlu gücü, ruh uçar gider kanatlanan düş gibi .... Alkmene'yi gördüm, Anphitryon'un karısını, büyük Zeus'un koynunda yatmış, birleşmişti onunla, doğurmuştu Herakles'i, o atılgan güçlü, arslan yürekliyi. .... Oidipus'un anasını gördüm, güzel Epikaste'yi bilmeden büyük bir suç işlemiş, .... tanrılar da açıklamıştı bunu insanlara ansızın.

- On İkinci Bölüm: Seirenler - Skylla - Kharibdys - Güneş'in Sığırları Seirenler onu çayırda çınlayan ezgileriyle büyüler,

-Gel buraya, dillere destan Odysseus, Akhaların şanı şerefi, durdur gemini de duy bizim sesimizi. -Uluyan bir Notos çıkardı bulutları devşiren Zeus

- On Üçüncü Bölüm: Odysseus'un Phaiaklar İlinden Ayrılması - İthake'ye Varışı

Alkinoos böyle konuştu, .... sonra hepsi kalkıp evlerine yatmaya gitti .... Butları yakıp doya doya çıkardılar tadını şanlı şölenin, aralarında Demokodos başladı ezgiye, .... .... Odysseus .... Usta kürekçi Phaiaklara seslendi ossaat, .... "Kral Alkinoos, en üstün adamı bu halkın, yerine getirdiniz bütün dileklerini gönlümün .... .... sağ salim bulayım karımı ve hsım akrabamı evimde. Mutlu olun siz de burada, karınız ve çöcuklarınızla, .... halkınız dert yüzü görmesin bu topraklar üstünde." Gök gözlü Athene .... şöyle dedi: "Artık yakışmaz sana, Telemakhos, evinden uzak durman, Evine yerleşmiş bir sürü adama bırakmışsın varını yoğunu, .... onlar .... yerler nen var nen yok, pay ederler malını mülkünü, .... ".... Varınca İthake'ye, ilk burunda çık karaya, sonra kente gönder geminle bütün arkadaşlarını, kendin de hemen domuz çobanının yanına git, .... Geceyi orda geçir ve sonra gönder onu da kente, haber götürsün uslu akıllı Penelopeia'ya, Pylos'tan döndüğünü söylesin senin sağ salim."

1.Homeros, İlyada, Yunanca aslından çeviren Azra Erhat / A. Kadir, Can Yayınları, 1997.

2.Homeros, Odyseia, Türkçesi Azra Erhat / A. Kadir, Can Yayınları, 1998.

3.Azra Erhat, http://tr.wikipedia.org/wiki/Azra_Erhat

4.Mehmet Arat, Kitap Arkası: İlyada, http://kitapdili.blogspot.com/2014/03/homerossozlu-edebiyat-gelenegini.html

24 Eylül 2016 Cumartesi

Gülün Adı

Umbetto Eco - Il Nome della Rosa
Çağdaş Dünya Yazarları Kitapları arasında yayımlanmış ve özgün adı "Il Nome Della Rosa" olan Umberto Eco'nun Gülün Adı (1) kitabının girişinde bir manastır planı yer alıyor. Resimdeki harfler küçük ve el yazısıyla yazılmış, güçlükle okunuyor. Baskı pek iyi değil. Ama yer adlarını veren liste okunaklı. Hastane, Hamam, Aedificium, Kilise, Avlu, Yatakhane, Toplantı Salonu, Ağıllar, Ahırlar ve Demirhane.

Sayfayı çevirince "Doğal Olarak Bir El Yazması" buluyoruz:


"16 Ağustos 1968'de Vallet diye bir rahip tarafından kaleme alınmış bir kitap geçti elime: Melk'li Dom Adso'nun, Dom J. Mabillon'un baskısından Fransızca'ya çevrilmiş elyazması (Presses de l'Abbaye de la Source, Paris, 1842) Gerçekten oldukça yoksul tarihsel bilgilerin eklendiği bu kitabın, Benedikten tarikatının tarihine ilişkin çok şey borçlu olduğumuz, on altıncı yüzyılda yaşamış büyük bir bilgin tarafından bulunmuş olan, on dördüncü yüzyıla ait bir elyazmasının tıpkısı olduğu öne sürülüyordu. Bu bulgu (kronolojik sıraya göre üçüncü olan kendi buluşumdan söz ediyorum), sevdiğim birisini beklemek üzere Prag'da bulunduğum bir sırada beni neşelendirdi. Altı gün sonra Sovyet birlikleri talihsiz kenti istila ettiler." (2)


Ama kitabın kaynağını pek anlayamıyor, izini süremiyoruz:

"Arkadaşım Dom Arne Lahestedt'le bir konuşma, manastırın basımevinde Abbe Vallet diye birinin kitap bastırmadığına (böyle bir basımevinin de var olmadığına) inandırdı beni." (3)

Fransız araştırmacıların güvenilir yaşamöyküsel bilgi konusundaki savrukluklarından, büyülü anlardan, sanrılardan, düşlerden soz ediliyor. Sonra 1970'e, Buenos Aires'e, küçük bir sahafın raflarındaki İspanyolca bir kitapçığa gidiyoruz. Milo Temesvar, "Satranç Oyununda Ayna Kullanılmasına Dair". Bununla kalmıyor, aktaranın "Apocalittici e Integrati" adlı çevirisinin ve artık bulunması olanaksız olan Gürcü dilindeki özgün yapıtın (Tiblis, 1934) adları geçiyor, bu kitapta da Adso'nun el yazmasından alıntılar olduğu, ama kaynağının Vallet ya da Mobillon değil Peder Athanasius Kircher olduğu belirtiliyor. Temesvar'ın aktardığı olayların ve özellikle labirentin betimlemesinin Vallet'nin elyazmasındakilere tıpatıp uymasına dayanan sonuçlar açıklanıyor:

"Bundan, Adso'nun anılarının, doğru olarak, anlattığı olaylarla aynı niteliği paylaştığı sonucunu çıkardım. Başta yazarın adı, en sonunda da, Adso'nun caymak bilmez bir titizlikle suskun kaldığı manastırın yeri olmak üzere, birçok gölgeli gizeme bürünmüştü bu anılar."


"Betimlenen olayların geçtiği döneme gelince, 1327 Kasım'ının sonunda oluyor olaylar; öte yandan, yazarın bunları ne zaman yazdığı kesin değil. 1327 yılında kendisinin bir çömez olduğuna ve anılarını yazdığı sırada ölüme yakın olduğunu söylediğine bakılırsa, elyazmasının, on dördüncü yıl yüzyılın son on ya da yirmi yılı içinde yazıldığını kestirebiliriz."

"İyi düşünülürse, beni, elimdeki, on dördüncü yüzyılın sonuna doğru bir Alman rahip tarafından Latince yazılmış bir yapıtın on yedinci yüzyıl Latincesiyle yapılmış nüshasının, açık seçik olmayan, neo-Gotik bir Fransızca kopyasının İtalyanca kopyasını yayımlamaya götüren nedenler oldukça azdı."

"Adso yalnızca Latince yazmakla kalmıyor, kültürünün (ya da onu etkilediği açıkça görülen manastırın kültürünün) çok daha eskiye gittiği anlaşılıyor; bu kültürün geç ortaçağ Latince geleneğine bağlanabilen bilgi ve üslup süslemelerinin yüzyıllar boyu oluşan bir toplamı olduğu açık."

"Öte yandan, Vallet'nin, Adso'nun Latince'sini kendi neo-Gotik Fransızca'sına çevirirken, bir ölçüde özgürce davrandığına kuşku yok; hem yalnızca üslup bakımından değil."

"Ne olursa olsun, Adso ya da tartışmalarını anlattığı rahiplerin yorumladıkları metnin, notlar, şerhler ve çeşitli eklerin yanısıra, daha sonraki araştırmaları da zenginleştirecek açıklayıcı notları da kapsamadığından nasıl emin olabilirdim?"

"Sonuç olarak, içim kuşkularla dolu. Cesaretimi toplayıp Melk'li Adso'nun elyazmasını sanki sahiymiş gibi niçin sunduğumu gerçekten bilmiyorum."

"Metni hiçbir çağcıllık kaygısı gütmeksizin yazıyorum."

"Abbet Vallet'nin kitabını keşfettiğim yıllarda, insanın yalnızca şimdiki zamana karşı bir yükümlülükten ötürü dünyayı değiştirmek için yazması gerektiğine dair yaygın bir inanç vardı."

"Salt yazma sevgisinden ötürü yazabilmek yazın adamının avuntusu şimdi." (4)

"Doğal Olarak Bir El Yazması" yerini bir "Not" bölümüne bırakıyor, burada Melk'li Adso'nun elyazması tanıtılıyor:

"Adso'nun elyazması yedi güne ayrılmış, her gün de, dua saatlerine denk düşen dönemlere. Üçüncü kişi ağzından yazılan alt başlıklar olasılıkla Vallet tarafından eklenmiştir."

"Adso'nun kanonik saatlere başvurması beni biraz bocalattı; çünkü bunların anlamı yere ve mevsimlere göre değişmekle kalmıyor, büyük bir olasılıkla, Ermiş Benedict'in Kural'da saptadığı yönergelere, on dördüncü yüzyılda tam bir kesinlikle uyulmuyordu."

Bir ölçüde metinden, bir ölçüde de Edouard Schneider'in Les Heures benedictines (Paris, Grasset, 1925) manastır yaşamı betimlemesiyle karşılaştırılarak çıkarıldığı belirtilen bir zaman şeması veriliyor:

1. Mattutino (Geceyarısı) Gece 2:30-3.
2. Laudi (Alacakaranlık) Sabah 5-6.
3. Prima (Tansökümü) 7:30'a doğru, gündoğuşundan az önce.
4. Terza (Sabah) 9'a doğru.
5. Sesta (Öğle) Öğle, (rahiplerin tarlada çalışmadığı bir manastırda öğle yemeği zamanı).
6. Nona (İkindi) Öğleden sonra 2-3.
7. Vespro (Günbatımı) 4:30'a doğru, günbatımı (Kural, karanlık basmadan akşam yemeği yenmesini öngörür).
8. Compieta (Akşam) 6 dolayları (rahipler saat 7'den önce yatarlar)

Çevirmen Şadan Karadeniz buradaki dipnotta, Türkçe karşılıkların seçiminde bu saatlerin belirledikleri zamanları esas alarak denk düşecek zamanları belirleyen sözcükleri kullandığını belirtmiş. (5)

Ardından, "Gülün Adı Üstüne" başlıklı sunuşuna yer vermiş. "Umberto Eco ve Gülün Adı" başlığı altında Eco'nun ve kitabın öyküsünü anlatmış:

"İtalya'da, Bologna Üniversitesi'nde öğretim üyesi, semiolog, tarihçi, filozof, estetikçi, ortaçağ uzmanı ve James Joyce üstüne derin araştırmalar yapmış çok yönlü bir bilim adamı olan Umberto Eco'nun bu ilk romanı, İtalya'da ilk yayımlanışından (1980) bu yana tam on üç kez basıldı; yirmiyi aşkın dile çevrildi; tüm dünyada olağanüstü bir ilgi uyandırdı, yankıları hala sürüyor."

"Gerçekten de Eco günümüzü yalnızca televizyon aracılığıyla tanıdığını, oysa ortaçağı doğrudan, dolaysız bildiğini söylüyor."

"Tam anlamıyla ve her bakımdan ortaçağ dünyasını yansıtmakla birlikte, Gülün Adı kesinlikle çağdaş bir roman. Okura o çağla çağımız arasında kaçınılmaz analojik bağlar kurmayın esinliyor."

Eco'nun, "geçmişi çağdaş bir kimsenin gözüyle görmeden, tarih bilincinin olamayacağını", "terörizmin dinsel, mistik bir olgu olduğunu, Marksizmle hiçbir ilişkisi olmadığını" belirttiğini vurgulamış. Olayın Hıristiyanlık ve dolayısıyla Batı siyasal ve genel tarihinin dönüm noktalarından biri olan, Papa ile İmparator arasındaki atama yetkisi savaşımının aşamalarından birini oluşturan bir zaman diliminde geçtiğini söylemiş.

"1327 Kasım'ının son haftasında, Kutsal Roma İmparatoru Bavyeralı Ludwig'in Paris'i kuşatıp Roma'ya doğru inmeye başladığı sırada Papa XXII.Ioannes, Perugia Ruhani Meclisi'nde, İsa'nın hiçbir mal varlığına sahip olmadığını öne sürmüş olan Fransiskenlerin başkanı Cesena'lı Michele'nin Avignon'a, yanına gelmesini istemektedir."

"Tıpkı yirmi yıl önce yenilgiye uğratılmış ve yakılmış olan Rebello dağında karargah kurmuş Dolcino'nun silahlı çeteleri gibi, sapkın Fransiskenler de kovuşturulmakta, yakılmakta, ateşleri tüm İtalya'yı ve Fransa'yı ışığa boğmaktadır."

Kitabı "çağdaş romana yepyeni bir uzun soluk getiren" ve "ortaçağ art alanında gelişen" bir tarihsel roman olmasının yanında, "ustaca kurulmuş polisiye bir öykü ve en önemlisi, olağanüstü bir dil ve sanat yapıtı" olarak niteleyen Şadan Karadeniz, Benedikten çömezi Melk'li Adso'nun manastırdaki görevinde eşlik ettiği Baskerville'li William'ı şu sözlerle tanıtmış:

"Baskerville'li William, tanrıbilim açısından inanç ve usun bir bileşimini yapmak için girişilen tüm çabaları yadsırken, doğa bilimi açısından, bilgiyi doğrulanabilir yaşantıların sınırları dışına taşırmayan bir ampirist olarak ortaçağ düşüncesinde bir dönüm noktasını belirleyen Ockham'lı William'ın ve Padua'lı Marsillo'nun arkadaşıdır."

"Eskiden sorgucu olan William, manastıra varır varmaz bir dizi gizemli olayı çözme sorunuyla karşı karşıya bulur kendini."

"Manastırın görkemli, görkemli olduğunca gizemli ve yalıtılmış dünyasında, Papa ve İmparator'un temsilcileri arasında bir uzlaşma ortamı yaratmak için yapılacak önemli toplantının eşiğinde bir ölüm olayıyla başlayan ve yedi günde yedi ölümle süren, rahipleri ve tüm manastır halkını büyük bir kaygı ve yılgınlığa salan ölümler dizisini aydınlatmak."

"Konumuyla, mimarisiyle, bir Benedikten manastırının tüm görkemiyle, özellikle kitaplığının zenginliğiyle bütün ortaçağ dünyasına ün salmış olan bu manastırda, İmparator ve Papa'nın temsilcileri arasında tartışılan İsa'nın yoksulluğu konusu, gerçekte Kilise'nin zenginliğinin, dolayısıyla Kilise'nin siyasal gücünün (erkinin) tArtışılmasıdır."

"William'ın dinsel erkle siyasal erkin özdeşleştirilmesine karşı öne sürdüğü -kuşkusuz Hıristiyan inancından kaynaklanan- sav, laiklik düşüncesinin, giderek kuvvetler ayrılığı ilkesine varacak olan çağdaş düşüncenin köklerinin ortaçağda olduğunun bir göstergesi."

Çevirmen Şadan Karadeniz romanın adından da söz etmiş:

"Kitabın ilk baskısından üç yıl sonra, Umberto Eco, Alfabeta'da (Haziran 1983, Sayı 49) yer alan, Il Nome della Rosa'ya ilişkin Postille'de, romanına kaynaklık eden elyazmasının nasıl eline geçtiğine ve kitabın yazılış sürecine ilişkin ilginç açıklamaların yanısıra, çeşitli ülkelerden okurların kendisine yönelttiği soruları yanıtlarken, kitabın adına da değiniyor."

Eco'nun Kırmızı ve Siyah, Savaş ve Barış, Goriot Baba, Üç Silahşörler gibi kitapların adlarından söz ettiğini, romanı için Suç Manastırı ve Melk'li Adso gibi adları niçin uygun görmediğini anlatarak Eco'nun on ikinci yüzyılda yaşamış bir Benedikten olan Bernardo Morliacense'nin De comtempto mundi'sinin bir dizesinin esinlediği adı niçin seçtiğini aktarmış:

"Çünkü gül simgesel bir şeydir ve öylesine anlamlarla yüklüdür ki, neredeyse hiçbir anlamı yoktur: gizemlidir gül ve bir gül, güllerin yaşantılarını yaşamıştır; bir gül, bir güldür; bir gül, bir güldür; bir gül, bir güldür..."

Şadan Karadeniz, çeviriyle ilgili zorlukları da özellikle vurgulamış:

"Gülün Adı, çevirmeni üstesinden gelinmesi güç zorluklarla karşı karşıya bırakan bir kitap. Yoğun ortaçağ ortamı, Hıristiyan düşüncesinin kendine özgü kavram ve sözcükleri, yapıtın alegorik niteliği, şifrelerle dolu oluşu, düşüncenin büyük ölçüde tasımlarla gelişmesi, Latince alıntılar, sözdizimi ve yapısıyla dilin, özellikle biçemin yer yer çağdaş sayılamayacak bir İtalyanca oluşu, az rastlanan sözcüklere yer verilişi, Eco'nun kendine özgü mizahı ve dili."

Kaynak yapıtın bir başka dilde, içerdiği Latince alıntılar nedeniyle özellikle de Latince ile alfabeden başka uzak yakın hiçbir ilişkisi olmayan Türkçe gibi bir dilde yeniden yaratılmasının güçlüğünü hatırlatarak olası yanlışlıklar, eksiklikler, yanlış anlamalar ve gözden kaçmalar için okurların bağışlayıcılığına sığınmış. (6)

....


Kitapta önce manastır planı ve "Doğal Olarak Bir El Yazması" girişi yer alıyor. Yazının sonunda 5 Ocak 1980 tarihi atılmış ama yazarın adı yok. Sonra bir not geliyor ve Adso'nun elyazmasının yedi güne ve her günün dua saatlerine denk düşen dönemlere ayrıldığı, üçüncü kişi ağzından yazılmış başlıkların Vallet tarafından eklenmiş olabileceği belirtiliyor, kanonik saate göre yol gösterici olması için zamanlar metinde geçen zamanlar geceyarısı, alacakaranlık, tansökümü, sabah, öğle, ikindi, günbatımı ve akşam olarak listeleniyor.

Ardından Şadan Karadeniz'in "Gülün Adı Üstüne" başlıklı sunuşu karşımız çıkıyor.

Peki roman, bundan sonra gelen Öndeyiş bölümüyle mi başlıyor? İtalyanca baskıda da arada benzer bir sunuş var mı? Yoksa yazar yerini başlangıçta da anlatıcıya bırakmış, 5 Ocak 1980 tarihli sunuşu ona yazdırmış olabilir mi? Umberto Eco'nun romanına kaynaklık eden gerçek bir elyazmasının varlığı, Eco'nun romanında Adso'nun anlattıklarının kanıtı olabilir mi?

Romanın dayandığı ve romandaki Adso'nun öyküsüyle örtüşen tek bir elyazması gerçekten var mı? Varsa, bu el yazması tek başına bile adına bir müze açılmasını hak etmez mi? Orhan Pamuk'un bir "Masumiyet Müzesi" varken.

Çağlar öncesinden gelip geleceğin bilinmezliğine uzanan bir yapıtta gerçek tümüyle kesin, belirlenmiş olabilir mi?

....



"Öndeyiş" diyor kitap ve tanrısal bir başlangıç yapıyor:

"Başlangıçta Söz vardı ve Söz Tanrı katındaydı ve Söz Tanrı'ydı."

Yaşamının sonuna varmış anlatıcı, ağır ve hasta gövdesiyle, gençliğinde gözlemlediği olağanüstü olaylara tanıklığını bir parşömen üzerine bırakmaya hazırlanıyor. (7)

Sonra kitabın öyküsü, kişileri ve geçtiği dönemle, 14. yüzyılla ilgili yoğun bilgiler veriliyor. İmparator Ludwig'in adı kötüye çıkmış bir sapkını şaşırtarak Kutsal Roma İmparatorluğu'na saygınlığını yeniden kazandırmak için İtalya'ya gelişinin, 1327 yılı sonlarına doğru yaşanan olaylarla ilgili tanıklığın sözü ediliyor:

"Dinsizlerin XXII. Ioannes diye saygınlaştırdıkları Cahors'lu Jacques'ın günahkar ruhundan söz ediyorum."

"O yüzyılın ilk yıllarında Papa V. Clemens, Roma'yı yerel beylerin tutkularına av olarak bırakıp papalık makamını Avignon'a taşımıştı."

"Hıristiyanlığın kutsal kenti bir sirke ya da bir geneleve dönüşmüştü; adına cumhuriyet dense de, bir cumhuriyet değildi, silahlı çetelerin saldırısına ve şiddete, yağmaya uğruyordu."

"Din adamları, laik yargının dışında kaldıklarından, gözü dönmüş haydut çetelerine başkanlık ediyor, elde kılıç, soyuyur, günah işliyor, haksız kazanca dayalı ticaret örgütlüyorlardı." (8)

Tek bir taht için iki imparator ve ikisi için tek bir papa olmasının büyük karışıklıklar yarattığı belirtiliyor.

"İşte bu yüzden, 1314'te Frankfurt'ta beş Alman prensi, Bavyeralı Ludwig'i imparatorluğun yüce başkanı seçmişlerdi. Ama aynı gün, Main'in karşı yakasında, hükümdarlık yetkisine sahip Ren Kontu ve Köln Başpiskoposu, aynı yüksek mevkiye Avusturyalı Frederick'i seçmişlerdi."

"İki yıl sonra Avignon'da, yetmiş iki yaşındaki Cahors'lu Jacques, XXII. Ioannes adıyla yeni papa seçildi."

"1322 yılında Bavyera'lı Ludwig, rakibi Frederick'i yenilgiye uğrattı."

"Bir imparatordan, iki imparatordan korktuğundan daha da çok korkan Ioannes, yengi kazanan imparatoru aforoz etti, buna karşılık o da Papa'yı sapkın olarak yadsıdı. (9)


Kitapta Şadan Karadeniz'in de dipnotlarda açıklamaları var.

"Templar Şövalyeleri ya da İsa'nın Yoksul Şövalyeleri: 1191'de Kudüs'te, Hıristiyan hacıları korumak ve Müslümanlar'la savaşmak için kurulmuş olan tarikat. Zamanla çok zenginleşen bu tarikat, İmparator IV. Philip'in kıskançlığını uyandırmış ve 1312'de, Papa V. Clemens tarafından ortadan kaldırılmıştır."

"Fransisken tarikatı: 1209 yılında İtalya'da Assisili Ermiş Francesco tarafından kurulmuş, yoksul bir yaşam sürmeyi ve tövbe etmeyi öngören tarikat."

"Tinciler: Ermiş Francesco'nun ölümünden sonra Fransisken tarikatı içinde beliren görüş ayrılıkları sırasında ortaya çıkan, tarikat iikelerinin katı bir şekilde uygulanmasından yana bir okul. 13. ve 14. yüzyıllarda Tinciler'in önderleri arasında, Pietro Giovanni Olivi, Clareno'lu Angelo ve Ubertino'lu Casale vardı." (10)

Bir yandan da Melk'li Adso'nun anlatılarıyla tanışıyor, yine çevirmenin bir dipnotundan tarikatıyla ilgili bilgi ediniyoruz.

"Ludwig'in yanında savaşan, onun baronları arasında hiç de önemsiz olmayan babam beni -Melk manastırında genç bir Benedikten çömezi- manastırın dinginliğinden uzaklaştırdığında durum buydu." (11)


Adso'nun "kendisini ünlü kentlere ve eski manastırlara götürecek bir görev üstlenmek üzere olan bilgili bir Fransisken'in, Baskerville'li rahip William'ın yanına" verilmesinin kararlaştırıldığını öğreniyoruz. Çevirmenin notu Benedikten tarikatını "Yaklaşık 480-547 yılları arasında yaşamış olan Nursia'lı Ermiş Benedict tarafından kurulmuş olup, adını ancak 14. yüzyılın ikinci yarısında bu ermişin adından alan bir tarikat" olarak tanımlıyor. Adso ve William'ın öyküsü başlıyor:

"Böylece William'ın hem yazmanı, hem öğrencisi oldum; bundan ötürü de hiç pişmanlık duymadım; çünkü onunla birlikte, şimdi yaptığım gibi bizden sonra geleceklere iletmeye değer olaylara tanık oldum."

"Rahip William'ın aradığı şeyin ne olduğunu o zaman bilmiyordum; doğruyu söylemek gerekirse bugün de bilmiyorum bunu; sanırım kendisi de bilmiyordu, çünkü davranışlarını yöneten tek şey, gerçeğe ulaşma isteği ve -her zaman beslediğini gördüğüm- gerçeğin belli bir anda ona görünen şey olmadığı kuşkusuydu."

"Kuzeye doğru yöneldik; ancak yolculuğumuz düz bir çizgi izlemedi, çeşitli manastırlara uğradık. Böylece, en son varacağımız yer doğudayken batıya döndük; neredeyse Pisa'dan Santiago'ya giden hac yolu doğrultusunda sıradağları izleyerek, sonradan ortaya çıkan olayların daha yakından tanımaktan beni alakoyduğu bir yerde konakladık; o yerin beyleri imparatora bağlıydılar; bizim tarikatımızdan olan rahiplerin hepsi de oybirliğiyle, sapkın, yozlaşmış Papa'ya karşı çıkıyorlardı."

"Yolculuğumuz, çeşitli olaylar arasında iki hafta sürdü, o süre içinde yeni üstadımı tanıma olanağı buldum, (hep inandığım gibi, hiçbir zaman yeterince değil)."

"Boethius'un dediği gibi, hiçbir şey, güz geldiğinde kır çiçekleri gibi kuruyup değişen dış görünüşten daha geçici değildir."

"Hem bugün Başrahip Abbone'nin sert bakışlı gözleri ve solgun yanakları olduğunu söylemenin ne anlamı var, o ve çevresindekiler çoktan toprak olmuş, bedenleri ölümcül toprak griliğine bürünmüş, yalnızca ruhları, Tanrı'nın lütfuyla, hiçbir zaman sönmeyeceek bir ışıkla parlarken?"

"Ama William'ı bir kez olsun betimlemek isterim; çünkü kendine özgü çizgileri beni etkiledi."

"Rahip William'ın dış görünüşü, o sıralarda, en dalgın bir gözlemcinin bile dikkatini çekecek gibiydi. Boyu normal bir adamın boyundan uzundu; öyle inceydi ki, daha da uzun görünüyordu. Gözleri keskin ve içe işleyiciydi;ince ve hafif gagamsı burnu yüzüne tetikte bir adam izlenimi veriyordu (ileride sözünü edeceğim durgunluk halleri dışında). Çenesi güçlü bir isteği açığa vuruyordu. Hibernia ve Northhumbria arasında doğmuş olanlarda sık sık gördüğüm türden çillerle kaplı uzun yüzü arasıra kararsızlık ve şaşkınlık anlatımı taşısa da. Zamanla, güvensizlik gibi görünen şeyin yalnızca merak olduğunun bilincine vardım; ama başlangıçta, daha çok doymak bilmez ruhun bir tutkusu sandığım bu erdeme ilişkin çok az şey biliyordum. Akılcı bir ruhun böyle bir tutkuya kapılmaması, yalnızca (kanımca) en başından bildiği gerçekle beslenmesi gerektiğine inanıyordum."

"Daha çocuk olduğumdan, önce kulaklarından fışkıran sarımsı saç tutamları ve sarışın, gür kaşları hemen etkilemişti beni. Belki elli bahar görmüştü, çok yaşlı sayılırdı; ama yorulmak bilmez bedeni, çoğu kez benim bile yoksun olduğum bir esneklikle deviniyordu." (12)

SOnra bilgi ve inanç, düşünce ve ruh, gerçek ve gizem arasında gidip gelen yoğun ve sürükleyici bir öykü usulca, bir parantezin içinde gelerek başlıyor:

"Kimi zaman bütün bir günü kitaplığın büyük salonunda (çevremizde korkunç bir biçimde öldürülen rahiplerin cesetleri gün gün artarken) elyazmalarının sayfalarını, sanki sırf eğlence olsun diye çevirerek geçirirdi." (13)

....


Adso, William'ın bilgisini görünce duyduğu şaşkınlığı ve onun Roger Bacon'dan söz edişini anlatıyor:

"Araç gereçler, doğanın maymunu olan sanatın ürünüdür, derdi; onun biçimlerini değil, işleyişini yeniden üretirler."

"İtalya'da ve ülkemde daha önce tanıdığım Fransiskenler basit, çoğu kez okuma yazma bilmeyen adamlardı, bilgisi beni şaşırttı."

"Roger Bacon, saygı duyduğum üstadım, tanrısal tasarımın bir gün makine bilimini, bu doğal ve sağlıklı büyü bilimini içine alacağını öğretti bize."

Tek bir adamın yönettiği çok hızlı gemilerin, ölçülmez hızla giden arabaların, uçan donanımların adları geçiyor. Adso William'ın çelişkili önermelerinden söz ediyor, Ockham'lı arkadaşına nasıl öylesine güven duyabildiğini ve Bacon'un sözleri üzerine nasıl ant içebildiğini tam olarak anlamadığını belirterek "O karanlık zamanlarda, akıllı bir adamın birbiriyle çelişen şeyler düşünmek zorunda olduğu da bir gerçek" diyor. (14)


....

Adso'nun elyazmasının yedi gününün ilki, bir tansökümüyle başlıyor. Gün içinde anlatılan dönemlerin Vallet tarafından eklendiği belirtilen alt başlıkları var. Birinci günün tansökümüne Adso, "Manastırın eteklerine varıyoruz; William çabuk kavrama yeteneğini kanıtlıyor" girişiyle başlıyor.

"Kasım sonlarında güzel bir sabahtı. Gece boyunca az kar yağmıştı; ama toprak üç parmak kalınlığını aşmayan soğuk bir örtüyle örtülmüştü."

Latince yapı anlamına gelen Aedificium hemen tanıtılıyor:

"Uzaktan bir dörtgen gibi görünen sekizgen bir yapıydı bu. (Kutsal Kent'in sağlamlığını, içine işlemezliğini gösteren kusursuz bir biçim). Güney duvarları manastırın bulunduğu düzlükte yükseliyor, kuzey duvarlarıysa, dimdik üstünde yer aldıkları dağın kıvrımlarının içinden çıkıyormuş gibiydi." (15)

Manastırın kilercibaşısı Varagine'li Remigio'nun yanlarına gelmesiyle William, gerçeği ararken kullandığı yöntemlere ilişkin ilk ipuçlarını vermeye başlıyor, görmediği bir atın, Başrahip Abbone'nin adını ve bulunduğu yeri söylüyor.

"At buradan geçip sağdaki yola saptı."

"Brunellus'u arıyorsanız, hayvan ancak dediğim yerde olabilir." (16)

William'la Adso'nun konumları, soruları ve yanıtlarıyla Sherlock Holmes ile Watson ve Hercule Poirot ile Hastings arasındaki ilişkiyi anımsatır biçimde görünmeye başlıyor.

Adso: "Şimdi söyleyin, nasıl bildiniz?"

William: "Benim iyi Adso'm, yolculuğumuz boyunca, dünyanın tıpkı kocaman bir kitap gibi bizimle konuşurken kullandığı belirtileri tanımayı öğretiyorum sana."

William, Alanus des Insulis'ten çevirmenin dipnotuyla anlamını gördüğümüz Latince bir alıntı yapıyor:

"Dünyadaki tüm yaratıklar
kitap ve resim gibi
aynadaki gibidir bizim için"

Evrenin Alanus'un sandığından daha konuşkan olduğunu, Adso'ya zaten bilmesi gerekenleri yenilemekten utanç duyduğunu söyleyerek açıklıyor:

"Kavşaklarda, daha yeni yağmış karda, solumuzdaki yola doğru yeni yönelmiş bir atın toynak izleri açıkça görünüyordu."

Brunellus adı için de Adso'ya "Kutsal Ruh sana akıl ihsan etsin, oğul" diyerek Paris'te rektör olmak üzere olan büyük Buridan'ın bile güzel bir attan söz etmesi gerektiğinde daha doğal bir ad bulamayacağını ekliyor. Adso, "Üstadım böyleydi işte" diyerek hayranlığını anlatıyor, gerçeğin gücünü vurgulayıp ayrıntılarda oyalanmadan öyküsüne başlaması için kendisini uyarıyor:

"Yalnızca doğanın kitabını okumayı bilmekle kalmıyordu, rahiplerin kutsal kitapları nasıl okuduklarını ve o kitaplar aracılığıyla nasıl düşündüklerini de biliyordu. Göreceğimiz gibi, ilerideki günlerde ona yararlı olacak bir yetenek. Üstelik açıklaması o noktada bana öylesine açık seçik göründü ki, bunu kendi kendime keşfedemeyişimden doğan küçülmüşlüğümü, yalnızca bu buluşu paylaşmaktan duyduğum gurur yeniyor, kavrayışımdan ötürü neredeyse kendi kendimi kutluyordum."

"Gerçeğin gücü öyledir, kendiliğinden yayılır."

"Manastırın büyük kapısına vardığımızı; Başrahip'in, yanında içi su dolu altın bir çanak tutan iki çömezle birlikte eşikte durduğumuzu anlat. Binek hayvanlarımızdan inince, kilerci benimle ilgilenirken Başrahip'in nasıl William'ın ellerini yıkadığını, sonra onu kucaklayıp ağzından öperek kutsal bir karşılama yaptığını anlat." (17)

....



BİRİNCİ GÜNün sabahı, William Başrahip'le öğretici bir konuşma yapıyor.

Adso, Başrahip Abbone'nin anlattığı ve birkaç gün önce meydana gelerek rahipler arasında büyük üzüntü yaratmış tuhaf bir olayı aktarıyor:

"Büyük bir minyatür ustası olarak daha o zaman ün kazanmış olmasına karşın hala genç bir rahip olan ve kitaplığın elyazmalarını çok güzel resimlerle süsleyen Otranto'lu Adelmo, bir sabah Aedificium'un doğu kulesinin altında, uçurumun dibinde bir keçi çobanı tarafından ölü bulunmuştu."

William sorunun ne olduğunu hemen anlayarak Abbone'yi şaşırtıyor:

"O talihsiz genç, Tanrı korusun, eğer canına kıymış olsaydı (kazayla düşmüş olacağı düşünülemeyeceğine göre), ertesi gün o pencerelerden birini açık bulurdunuz; oysa hepsini kapalı buldunuz; üstelik hiçbirinin dibinde herhangi bir ıslaklık yoktu." (18)

Sonra Başrahip'in rahiplerden kuşkulanmasının nedenini soruyor:

"Her şeyden önce, neden rahiplerden biri? Manastırda birçok insan var, seyisler, keçi çobanları, hizmetçiler..."

Abbone açıklıyor:

"Doğrusu, küçük ama zengin bir manastır. Altmış rahibe karşılık yüz elli hizmetli. Ama her şey Aedificium'da oldu. Orada, belki şimdiden biliyorsunuz, birinci katta mutfak ve yemekhane var; onun üstündeki iki katta da yazı salonuyla kitaplık. Akşam yemeğinden sonra Aedificium kilitlenir ve çok katı bir kural, hiç kimsenin içeri girmesine izin vermez. Doğal olarak rahiplerin de, ama..."

Başrahip bir hizmetçinin gece oraya girme yürekliliğini gösteremeyeceğini, oysa bir rahibin yasaklanan bir yere girmeye kalkışması için başka nedenler olabileceğini ekliyor. (19)

Konuşma sırasında Adso, Abbone'nin Adelmo'nun acıklı sonuyla ilgili bir ayrıntı bildiğini, ancak bunu günah çıkarma yeminiyle öğrendiği için kimseye açıklayamadığını, bu yüzden William'ın olayı zekasının gücüyle çözmesini umduğunu anlıyor. (20)

William, rahipleri sorguya çekmek ve manastırın çevresinde serbestçe dolaşmak için yetki alıyor, Hıristiyanlık dünyasının tüm manastırlarında hayranlıkla sözü edilen kitaplığı ziyaret etmeyi çok istediğini, geliş nedenlerinden birinin bu olduğunu söyleyince Başrahip geriliyor:

"Söylediğim gibi, tüm manastırın içinde serbestçe dolaşabilirsiniz. Ama kesinlikle Aedificium'un en üst katında, kitaplıkta dolaşamazsınız." (21)

William orada tüm öteki Hıristiyan kitaplıklarından daha çok kitap bulunduğunu ve rahiplerin çoğunun dünyanın dört bir yanına dağılmış öteki manastırlardan gelmiş olduğunu bildiğini belirtiyor:

"Böylece aranızda Almanlar, Daçyalılar, İspanyollar, Fransızlar, Yunanlılar var. İmparator Frederick'in yıllar önce, sizden Merlin'in öngörülerini bir kitapta derlemenizi, sonra da bunu Mısır Sultanı'na bir armağan olarak gönderilmek üzere Arapça'ya çevirmenizi istediğini biliyorum."

Abbone anlatıyor:

"Kitapsız manastır, kentsiz devlet, insansız kale, araç gereçsiz aşçı, yiyeceksiz sofra, bitkisiz bahçe, çiçeksiz çayır, yapraksız ağaç gibidir."

"Bizim, çalışma ve duanın çifte buyruğunda gelişen tarikatımız, bilinen dünyanın ışığı; bilgi hazinesi, yangınlar, yağmalar, depremler içinde yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bulunan eski öğretinin kurtuluşu; yeni yazının ocağı ve eskisinin artışı oldu."

"Çok karanlık zamanlarda yaşıyoruz şimdi."

"İki yüzyıl önce, görkem ve kutsallıkla pırıl pırıl parlayan kaç manastırımız şimdi miskinlerin sığınağı oldu. Tarikat hala güçlü, ama kentlerin pis kokusu kutsal yerlerimize sokuluyor."

"Tanrı'nın kulları şimdi ticarete ve hizip savaşlarına eğilim gösteriyorlar."

"Tanrı'nın şimdi bizim tarikatımıza verdiği görev, atalarımızın bize emanet ettikleri bilgi hazinesini koruyarak, yineleyerek, savunarak, bu uçuruma doğru gidişe karşı çıkmaktır." (22)

Kitapta kitapların, kütüphanenin ve kütüphanecilerin çok özel bir yeri var. Altmış sekiz yaşındaki Ubertino'yla tanışıyoruz:

"Böylece kütüphaneci onları yalnız insanlardan değil, doğadan da korur ve yaşamını, gerçeğin düşmanı olan unutuşun güçlerine karşı yürüttüğü bu savaşa adar." (23)

Çok sayıdaki Latince aktarım çevirmenin dipnotlarıyla açıklanmış. Resimle ilgili bir not şöyle diyor:

"Pictura est laicorumliteratura."
"Resim laiklerin (kilise mensubu olmayan insanların) edebiyatıdır."

Adso, taşın dilsiz söyleşisinin gözlerini kamaştırdığını ve onu sözle güçlükle betimleyebildiği bir görünümün içine aldığını söylüyor:

"İhtiyarların ayakları dibinde, onların tahtın ve beşgen biçimindeki grubun üzerinde bir kemer oluşturacak biçimde, simetrik şeritler halinde, hem göksel, hem dünyasal bir yasanın ayakta tuttuğu sevgiyle bağlanım eserleri vardı (barış, sevgi, erdem, yönetim, erk, düzen, köken, yaşam, ışık, görkem, tür ve varlıkların dengeli bağıntısı)..." (24)

Yırtık pırtık giysili bir serseri görünümü veren rahibin dilinden söz ediyor:

"Daha sonra, serüvenlerle dolu yaşamı ve hiçbirinde kök salmaksızın yaşadığı çeşitli yerlere ilişkin bilgi edinince, Salvatore'nin tüm dilleri konuştuğunu, ama hiçbir dili bilmediğini anladım." (25)

Salvatore ve William arasındaki konuşmayı aktarıyor:

"Buraya bir Minorit manastırından mı geldin?"

"No intendo."

Çevirmenin dipnotu Salvatore'nin "Anlamıyorum" dediğini söylüyor. William Ermiş Francesco'dan ve Sözde Havariler'den söz edince Salvatore sararıyor, kaçıp gidiyor. Şadan Karadeniz Minoritler için "Fransisken tarikatının kurucusu Ermiş Francesco tarafındani bir alçakgönüllülük lakabı olarak Fransisken rahiplerine verilen ad" açıklamasını veriyor. William Adso'ya Ubertino'yu görmek istediğini söylüyor. Gidiyorlar. (26)

"Ağladı. William'ın duygulandığı açıktı; onu kucakladı. Casale'li Ubertino ile karşı karşıyaydık."

Adso Ubertino'nun adını daha önce duyduğunu, hatta birinin ona "birkaç yıl önce ölmüş olan, o günlerin en büyük ozanı, Floransalı Dante Alighieri'nin birçok dizesinin, Ubertino'nun Arbor vitae crucifixae'de (Dipnot: Çarmıha Gerilmiş Yaşam Ağacı) yazdıklarının yorumundan başka bir şey olmayan bir şiir yazdığını söylemiş olduğunu" aktarıyor. Ruhban sınıfının İtalya yarımadasındaki gücünden, varlık gösterilerinden, iki yüzyıl boyunca yozlaşmış papalara karşı protesto olarak yoksul bir yaşam süren insanların oluşturduğu akımlardan ve güç ilişklerinden söz ediyor.

"Sonunda Ermiş Francesco geldi ve kilisenin ilkelerine ters düşmeyen bir yoksulluk sevgisi yaydı."

"Bunun ardından, bir alçakgönüllük ve ermişlik döneminin gelmesi gerekirdi, ama Fransisken tarikatı büyüyüp en iyi insanları kendine çektikçe, çok fazla güçlü ve dünyasal işlere bağımlı duruma geliyordu; bu nedenle birçok Fransisken, hareketi bir zamanlar sahip olduğu arılığa yeniden ulaştırmak istediler."

"O sıralarda birçok rahip, kendisinde peygamberlik ruhu olduğuna inanılan Citeaux'lu Joachim adında bir rahibin XII. yüzyıl başlarında yazmış olduğu kitabı keşfetmişti."

"Yüzyılın ortalarında Sorbonne'lu din bilginleri Joachim denen rahibin öğretilerini mahkum etmişlerdi. Ama öyle görünüyor ki bunu yapmalarının nedeni, Fransa Üniversitesi'ndeki Fransiskenler'in ve Dominikenler'in (Dipnot: Vaizler ya da Kara Rahipler de denen, Ermiş Domino tarafından 1215'te kurulmuş olan tarikat) çok bilgili olmaları dolayısıyla sapkın olarak bir yana atılmalarının istenmesiydi."

"Bu tasarı gerçekleşemedi; bu da, kesinlikle sapkınolmayan Aquino'lu Tommaso ve Bagnoregio'lu Bonaventura'nın yapıtlarının yayılmasına izin verdiği için çok iyi oldu."

"Manastırda gördüğüm şeyler, sapkınları yaratanların çoğu kez sorgucular olduğunu düşündürdü bana."

"XXII. Ioannes, 1316'da seçilir seçilmez, Sicilya kralına bu rahipleri
ülkesinden kovması için mektup yazdı."

"Ubertino ve Clarenus, tarikattan ayrılma iznini sağlamayı başardılar ve biri Benedikten'ler, öteki Celestinus yanlılarınca kabul edildi."

Adso, "Ubertino gibi söylence olmuş bir kişiye bakarken bunları düşünüyordum" diyerek aktarıyor:

"Üstadım beni onunla tanıştırmış, yaşlı adam sıcak, neredeyse ateşli eliyle yanağımı okşamıştı." (27)

Başkalarının kusurlarını damgalayan Ubertino ve sorguculuğu artık sürdüremeyen William'ın farklı bakışları konuşmalarında gizli bir tartışmayla yansıyor:

"Hayvanları zevkten daha çok heyecanlandıran bir tek şey vardır: acı. İşkence altında, düş gördüren otların etkisindeymiş gibi olursun tıpkı. İşkence sırasında yalnızca sorgucunun istediğini değil, onun hoşuna gideceğini sandığın şeyleri de söylersin."

"Araştırmanı iki doğrultuda derinleştir; gözlerini dört aç; kösnü ve kendini beğenmişlik... Sözün onuruna, bilimin yanıltıcılığına adanmış bu manastırda, zekanın kendini beğenmişliği..."

"Bir şey biliyorsan bana yardım et."

"Hiçbir şey bilmiyorum. Benim bileceğin hiçbir şey yok. Ama bazı şeyler yürekle sezilir."

Ubertino "Bu acıklı şeylerden konuşup da genç arkadaşımızı niçin ürkütelim?" diyerek gök mavisi gözleriyle Adso'ya bakıp uzun ve beyaz parmaklarıyla yanağını okşuyor. William'a soruyor:

"Bana kendinden söz et. O zamandan beri ne yaptın? Kaç yıl geçti..."

"On sekiz yıl. Ülkeme döndüm. Oxford'da yeniden öğrenime başladım. Doğa bilimleri öğrendim."

"Doğa iyidir, çünkü Tanrı'nın kızıdır o."

"Doğayı yarattığına göre, Tanrı iyi olmalı." (28)

İmgelerin kendini beğenmişliğinden, kurtuluştan söz ediyor:

"Deccal'in günleri yakındır, korkuyorum William!"

"Tanrı Kenti'ni ayakları altında çiğniyorlar; yalanla, ikiyüzlülükle, şiddetle baştan çıkarıyorlar.İşte o zaman Tanrı, günün birinde Deccal'le savaşsınlar diye dünya cennetinde canlı sakladığı hizmetkarları İlyas ve Enoch'u gönderecek, çuvallara bürünmüş olarak gelip kehanette bulunacaklar; sözle ve örnek göstererek insanların tövbe etmesini isteyecekler..."

William, Fransisken cüppesini göstererek "Geldiler bile, Ubertino" diye yanıtlıyor.

Olayları aktaran Adso yaşadıklarını yazarken, manastırdayken öğrendiklerinden daha fazlasını biliyor, Ubertino'nun sonunu anlatıyor:

"Şimdi, aradan zaman geçince, bildiklerimi öğrendikten sonra, yani onun birkaç yıl sonra bir Alman kentinde gizemli bir biçimde öldürüldüğünü ve onu kimin öldürdüğünün hiçbir zaman anlaşılamadığını öğrendikten sonrai daha da çok ürküyorum, çünkü o gece Ubertino'nun kehanette bulunduğu açıktı."

Bir Başrahip Joachim'den söz ediliyor:

"Biliyor musun, Başrahip Joachim gerçeği söylemişti. İki Deccal'in ortaya çıkacağı, insanlık tarihinin altıncı dönemine ulaştık biz: gizemli Deccal ve gerçek Deccal."

Ubertino, anlayıp anlamadığını görmek için dikkatle Adso'ya bakıyor, bir parmağını kaldırarak uyarıyor:

"XI. Benedict, Deccal'in ta kendisiydi. topraktan çıkan hayvan! Ardılı olan kimsenin erdemi pırıl pırıl parlasın diye, Tanrı onun gibi bir kötülük ve eşitsizlik canavarının kilisesini yönetmesine izin verdi."

Sonra Melek Papa'nın geleceğini söylüyor, William orada bulunmasının nedeninin İmparator'un tahttan indirilmesini önlemek olduğunu, Melek Papa'nın sözünü Fra Dolcino'nun da ettiğini belirtiyor. Ubertino "O yılanın adını bir daha ağzına alma!" diyerek bağırıyor:

"Gerçekte Deccal'in geleceğine inanmıyorsun; Oxford'daki hocaların sana, yüreğinin geleceği kestirme yetilerini kurutarak mantığı putlaştırmayı öğrettiler!"

William, Ubertino'nun yanıldığını söylüyor:

"Hocalarım arasında en çok Roger Bacon'a saygı duyduğumu bilirsin."

Ubertino'nun yanıtıyla tartışma sürüyor:

"Hani şu uçan makineler konusunda saçma sapan şeyler söyleyen."

"Açık seçik biçimde Deccal'den söz eden, dünyanın yozlaşmasında ve bilimin gerilemesinde onun belirtilerini sezen. Ama Bacon, kendimizi onun gelişine hazırlamamızın bir tek yolu olduğunu öğretti, doğanın gizlerini öğrenmek, bilimden insan türünün gelişmesi için yararlanmak. Otların iyileştirici erdemini, taşların yapısını inceleyerek, hatta senin güldüğün o uçan makineleri tasarlayarak Deccal'le savaşmaya hazırlanabilirsin."

Ubertino "Senin Bacon'unun Deccal'i, zekanın gururunu beslemek için bahaneydi" diyerek William'a öğüt veriyor:

"Zekanı yen. Efendimizin yaraları için ağlamayı öğren, kitaplarını at."

William "bir hayvana benzeyen ve Babil dili konuşan" rahibi soruyor. Ubertino "Salvatore mi? Sanırım onu bu manastıra ben armağan ettim, kilerciyle birlikte" diyerek yanıtlıyor. Manastırın kötülüğünü hiç bilmeyende değil, çok bilende aramasını söyleyerek Adso'ya dönüyor:

"Çok düşünüyorsun. Oğlum, ustan kötü örnek olmasın sana. Düşünülmesi gereken biricik şey, yaşamımın sonunda bilincine vardım bunun, ölümdür."(29)

Birinci günün öğle zamanı böylece bitiyor. İkindi, Adso'nun William'la aynı yaşta olduğunu düşündüğü Wendel'li Severinus'la tanışmalarıyla başlıyor. Severinus bitki uzmanı olduğunu, hamamı, hastaneyi ve botanik bahçesinin yönettiğini söylüyor. William'la şifalı otlar ve kitaplar üzerine konuşuyorlar. Severinus, Latince adıyla "Kutsal Okuma" ilkesini anlatıyor:

"Bu ilke, yüzyıllar boyu, çeşitli toplulukların günlük gereksinimlerine uydurulmuştur. Başlangıçta bu ilke, lectio divina'yı öngörüyordu. Araştırmayı değil, tarikatımızın kutsal ve insancıl şeylerle ilgili araştırmalarını ne denli geliştirdiğini biliyorsun."

"Kural susku konusunda çok katıdır; bizde de, yalnız elleriyle çalışan rahiplerin değil, yazıp çizenlerin de öteki rahiplerle konuşmamaları gerekir. Ama manastır her şeye karşın bir araştırmacılar topluluğu olduğundan, rahiplerin çoğu kez topladıkları bilgi hazinelerini aralarında değiş tokuş etmeleri yararlıdır."

William konuyu uçurumun dibinde bir keçi çobanı tarafından ölü bulunan Adelmo'ya getirerek "Otranto'lu Adelmo ile çok konuşma olanağı buldun mu?" diye sorunca Severinus şaşırmış görünmeden yanıtlıyor:

"Ona çok sık rastlamazdım. Zamanını elyazmalarını resimlemekle geçirirdi. İşiyle ilgili olarak, onun bazen başka rahiplerle, örneğin Salvamec'li Venantius ya da Burgos'lu Jorge'yle konuştuğunu işittim."

Böylece Adso'nun anlatacaklarında yer alacak kişiler belirmeye başlıyor. William, Adelmo'nun otların yol açtığı türden görüntüler görüp görmediğini soruyor, Severinus tehlikeli otları özenle sakladığını söylüyor. William "onu uçuruma iten şeytanca görüntüler görmüş olabilirdi" diyerek ısrar ediyor. Severinus bir kitap gerekmediği sürece yazı salonuna hiç gitmediğini söyleyerk Adelmo'nun yakın olduğu kişilerin adlarını veriyor:

"Adelmo, Jorge'yle, Venantius'la ve doğal olarak Berengar'la çok içli dışlıydı."

Severinus'un sesindeki belli belirsiz heyecanı Adso bile seziyor, William sorguluyor:

"Berengar'la mı? Peki niçin doğal olarak?"

"Arundel'li Berengar kütüphane yardımcısıdır. Meslektaştılar, ikisi de aynı zamanda çömez olmuşlardı; konuşacakları şeyleri olması doğaldır." (30)


İkindiden sonra William ve Adso aynı anda kırk rahibin çalışabildiği kırk pencereli yazı salonuna giderek Deccal'i bekleyen yaşlı bir körle, Jorge'yle tanışıyorlar. Adso, gördüğü hiçbir kitaplığın böyle ışıl ışıl parlamadığını söyleyerek hayranlığının nedenini tanımlıyor:

"Çünkü güzelliği yaratan, üç şeyin uyumudur; her şeyden önce, bütünlük ya da yetkinlik; bu yüzden yetkin olmayan şeylere çirkin deriz; sonra gerekli orantı ya da uyum; son olarak da aydınlık ve ışık; gerçekten de rengi açık olan nesnelere güzel deriz."

Manastırı, orada yaşayanları ve yaşananları Adso'nun tanımlama ve betimlemeleriyle onun gözlerinden görüyor, kütüphaneci Hildesheim'lı Malachi'yi ve o sırada çalışmakta olan rahipleri tanıyoruz.

"En aydınlık yerler antik metinlerle uğraşanlara, en usta ressamlara, bölüm başlığı yazarlarına ve el yazması kopyacılarına ayrılmıştı."

"Böylece, kuşkusuz gelmiş geçmiş tüm insanların en bilgesi olan Aristo'ya kendini adamış, Yunanca-Arapça çevirmeni, Salvatore'li Venantius'u tanıdım. Retorikle uğraşan genç bir İskandinav rahibi olan Upsala'lı Benno. Kütüphaneci yardımcısı Arundel'li Berengar." (31)

"Sesinin tınısı peygamberlik lütfuna ermiş birinin sesi gibi" olan Jorge, "Boş ya da gülünecek sözlerin söylenmesi uygun değildir" diyerek geliyor. Malachi onu tanıtıyor:

"Gördüğünüz, bu yaşı ve bilgisiyle saygıdeğer insan, Burges'li Jorge'dir. Grottaferrata'lı Alinardo'dan sonra manastırdakilerin tümünden daha yaşlı olduğundan, rahiplerin çoğu günah çıkarma gizliliği içinde günahlarını ona açarlar." (32)

Kütüphaneci yardımcısı Arundel'li Berengar konuşurken Adso onu inceliyor, Ubertino'nun Adelmo'yu nasıl betimlediğini anımsıyor:

"Gözleri kösnül bir kadının gözlerini andırıyordu." (33)

İçinde dolaştıkça Adso manastırı anlatıyor:

"Yakındaki ahırlarda, seyisler hayvanları yemliğe götürüyorlardı. Kıyısında, duvar tarafında birkaç ahırın, sağda, koro yerinin yakınında rahiplerin yatakhane ve helalarının bulunduğu patika boyunca yürüdük. Doğu duvarının kuzeye doğru döndüğü köşede demirci ocağı vardı. Son demirciler de duaya gitmek için araç gereçlerini bırakıp ocakları söndürüyorlardı. Willam, bir işliğin geri kalan bölümünden hemen hemen tümüyle ayrılmış, bir rahibin öteberisini kaldırmakta olduğu bölümüne doğru yürüdü. Tezgahının üstünde çok küçük boyutlu renk renk cam parçalarından oluşan çok güzel bir koleksiyon vardı; daha büyük camlar duvara dayalıydı."

Adso manastırın başcamcısı Morimondo'lu Nicola'yı böyle tanıdıklarını söylüyor. Konuşmaları sırasında Nicola "birçokları bunun büyücü ve şeytan işi olduğunu söyleyecek" deyince William iki tür büyüden, bilimin gizlerinin her zaman herkesin eline geçmemesi gerektiğini söyleyen Roger Bacon'dan, doğaya yön verebilecek makinelerden, Cathay'da bir bilginin ateşe değince büyük bir patlama ve yangına yol açarak çevresinde kilometrelerce uzaklıktaki her şeyi yıkan bir toz bulduğundan söz ediyor:

"Biri şeytanın işidir ve caiz olmayan hünerlerle insanoğlunu yıkmayı amaçlar. Bir büyü daha vardır ki kutsaldır; orada Tanrı'nın bilimi insan bilimi aracılığıyla kendini gösterir; doğayı değiştirmeye yarar; bir amacı da insan ömrünü uzatmaktır."

William bulunan tozun yararını ve tehlikesini anlatıyor:

"Irmakların yatağını değiştirmek ya da tarım alanları açılması gereken yerlerde kayalıkları parçalamak için kullanılacak olursa olağanüstü bir buluş. Ama birisi çıkar da onu düşmanlarına zarar vermek için kullanırsa?"

"Eğer bunlar Tanrı'nın kullarının düşmanlarıysa belki de iyi olur" diyor Nicola.

William soruyor:

"Ama bugün Tanrı'nın kullarının düşmanları kim? İmparator Ludwig mi, yoksa Papa Ioannes mi?"

William yaptığı görüşmeler sonunda, Adelmo'nun kendini korkuluk duvarının üstünden atmış olabileceğini düşünüyor. Adelmo kendini öldürmüş de olsa, bir başkası onu öldürmüş de olsa nedenleri bulmak gerektiğini belirtip Adelmo'yla Berengar arasındaki garip ilişki nedeniyle kütüphaneci yardımcısından gözlerini ayırmayacaklarını söylüyor. (34)

Birinci gün akşam yemeğiyle bitiyor, William ve Adso Başrahip'in konukseverliğinin ve Jorge'nin öfkesinin tadını çıkarıyorlar. Adso betimlemelerini sürdürüyor.

"Yemekhane büyük meşalelerle aydınlatılmıştı. Rahipler, Başrahip'in büyük bir yükselti üstüne, onlarınkine dikey olarak konulmuş masasının başta yer aldığı bir dizi masada oturuyorlardı. Karşıda, yemek boyunca vaaz verecek rahibin şimdiden yerini aldığı bir kürsü."

"Manastırlar topraklarının ürünleri, ambarlarının zenginliği ve aşçılarının ustalığıyla gurur duyarlar."

"Başrahip'in masasında bizimle birlikte Malachi, kilerci ve en yaşlı iki rahip, daha önce yazı salonunda tanıdığım kör ihtiyar, Burgos'lu Jorge ile Grottaferrata'ılı Alinardo oturuyorlardı; yaşlı mı yaşlı, neredeyse yüz yaşında, topal, kırılıverecekmiş -bana cansızmış- gibi görünen bir rahip." (35)

Birinci gün böylece bitiyor.

....


İKİNCİ GÜN geceyarısı, "birkaç saatlik gizemsel bir mutluluk, alabildiğine kanlı bir olayla kesiliyor" girişiyle açılıyor. Betimleme ürkütücü.

"Bunlar insan bacaklarıydı. Kanla doldurulmuş bir küpün içine başaşağı bastırılmış bir adamın bacakları."

Yunanca bilgini Salvamec'li Venantius bulunuyor. (36) Severinus, "zehirle ilaç arasındaki ayrım çok incedir; Yunanlılar ikisine de 'pharmacon' derlerdi" diyor. William ve Adso'nun rahipler arasında gerçeği arayışı sürüyor. William Benno'ya "O gün Berengar, Venantius, Malachi ve Jorge'yle, Adelmo'nun kenar süsleri hakkında konuşurken ne söylendi?" diye soruyor. Benno, tartışmaları anlatıyor. Aristo'nun esprilerden ve sözcük oyunlarından gerçeği daha iyi ortaya koyma araçları olarak söz ettiği, Jorge'nin bu konuları onun Poetica adlı kitabında işlendiğini söylediği belirtiyor.

"Uzun zaman Hıristiyanlarca bilinmeyen Poetica kitabı bize imansız Araplar aracılığıyla ulaşmıştı."

Wiliam "Ama Aquinas'lı melek bilginin bie arkadaşı tarafından Latince'ye çevrildi" deyince Benno "Bu büyük kitabı ancak Moerbake'li William'ın çevirisinden inceleyebildim" diyor. Jorge'nin kitapla ilgili ikinci tedirginlik konusunun Stagira'lının şiirden söz etmesi olduğunu belirttiğini ekliyor. Jorge'ye söylediklerini aktarıyor.

"Venantius da benimle aynı görüşteydi. Yanımızda, Hıristiyan olmayan şairleri oldukça iyi bilen Tivoli'li Pacifico da vardı; sıra zekice bilmecelere gelirse, hiç kimsenin Afrikalaları geçemeyeceğni söyledi o da. Hatta Sinfosius'un balık bilmecesini de söyledi."

"Berengar gülmeye koyuldu; Jorge onu azarladı."

"Malachi, o da oradaydı, öfkeden deliye döndü, onu kukuletasından yakalayıp işine gönderdi. Biliyorsunu, Berengar onun yardımcısıdır."

"Önce Venantius, sonra da Adelmo, Berengar'ın yanına yaklaşıp bir şey sordular."

"Kitap katalogunun yapraklarını karıştıran biri, yalnızca kütüphanecinin bildiği işaretler arasında, sık sık 'Afrika' diye bir işaret görür, hatta ben 'finis Africae' diye bir işarete bile rastladım."

"Malachi bana, bu işareti taşıyan kitapların kaybolduklarını söyledi."

William ve Adso Berengar'la konuşuyorlar:

"Kilisenin batı duvarı boyunca yürürken, Berengar'ın yan kapıdan çıkıp mezarlığın içinden geçerek Aedificium'a yöneldiğini farkettik."

"Wiliam'ın Benno'ya yaptığı gibi, onun bu ruh durumundan yararlanmaya karar verdiği açıkça anlaşılıyordu."

Adso, William'ın Berengar'a soluk aldırmamaya karar verdiğini belirtiyor.

"Bir insanı konuşturmanın birçok yolu olduğunu çok iyi bilirsin." (37)

Böylece, gizemli öykünün ayrıntıları, kişilerin özellikleri ve William'ın yöntemleri belirginleşmeye başlıyor.

Kitapta öyle çok bilgi var ki, bunları tam olarak kavrayarak belleğine yerleştirebilecek bir okur, Karadeniz'in dipnotlarından da yararlanarak, Eco'nun uzmanlık alanı olan ortaçağa bir uzman yardımcısı olarak giriş yapmış sayılabilir.

"Kendi kendilerini kırbaçladıkları için adlarını İtalyanca flagello (kırbaç) sözcüğünden alan Flagellente'ler, 13. yüzyılda, İtalya'da, Umbria'da ortaya çıkmış, daha sonra tüm İtalya'ya yayılmışlardır."

"Adso, günümüzdeki kadar tövbe çağrısında bulunulduğunu işitmedim hiç, ne vaizler, ne piskoposlar, ne de benim Tinci kardeşlerim artık gerçek bir tövbe esinleyecek durumda değil."

"Korku aracılığıyla ruhu günahtan uzak tutup başkaldırının yerine korkuyu koymayı umuyorlar." (38)

İkinci günün sabahını anlatan bölümün girişinde, yazı salonunda William'ın gülmenin mübahlığı üstüne bir konuşma yaptığı belirtiliyor. Ubertino ve Jorge'yle tartışmalar epey yer tutuyor. William, Ubertino'ya kendi inançlarıyla sapkınların inançları arasında çok az fark olduğunu anlatmaya çalışıyor. Bu yüzden sorguculuktan ayrıldığını söylüyor. Öyküye yeni adlar giriyor. Alessandria'lı Aymaro William'a "Bu deliler evine alışabildiniz mi?" diyer soruyor. William manastırın "ermişlik ve bilgi bakımından değerli insanların bulundukları bir yer" olduğunu söyleyince Aymaro karşı çıkıyor.

"Bir zamanlar öyleydi. Rahipler rahipliklerini, kütüphaneciler kütüphaneciliklerini bildikleri sürece."

"Parşömenleri kazıyorlar ama çok az yeni kitap giriyor içeri."

"Biz burada, yukarıdayız, oysa aşağıda, kentte insanlar eylemdeler."

"Bir zamanlar dünya manastırlarımızdan yönetilirdi."

"Biz servetimizi koruyoruz, onlarsa servet üstüne servet yığıyorlar."

Aymaro, Başrahip'in manastırı kitaplığı korumak için kale gibi yönettiğini söylüyor.

"Bugün artık bir papaları bile olmayan İtalyanlar ne yapıyorlar? Alım satımla uğraşıyorlar, üretiyorlar. İtalya kralından bile daha varlıklılar."

"Üniversiteler için kitap yapmalıyız ve vadide olup bitenlerle ilgilenmeliyiz."

"Kitaplığı günlük dilde yazılan metinlere de açalım. O zaman artık Latince yazmayanlar da buraya geleceklerdir."

William, Aymoro'nun söylediklerinin kendi görüşleri mi, onun gibi düşünen birçok kişinin ortak düşüncesi mi olduğunu sorunca şu karşılığı alıyor:

"Zavallı Adelmo'nun göçmesine acınan birçoklarının görüşü, ama uçuruma kitaplıkta gereğinden çok dolaşan başka biri düşseydi, üzülmezlerdi." (39)

Adso'nun sorusu üzerine Wİlliam, Aymoro'nun sözleri üzerine bir açıklama yapıyor:

"Bir manastırda rahipler, topluluklarının yönetimini ele geçirmek için her zaman birbirleriyle savaşım içindedirler. Melk'te de böyledir, belki sen daha çömez olduğun için farkına varmamışsındır. Ama senin ülkende, bir manastırın yönetimini ele geçirmek, İmparator'la doğrudan ilişki kurulabilecek bir makamı ele geçirmek demektir."

"Saray yoktur burada, şimdi artık papalık sarayı da yok. Burada kentler var."

"Tüccarlar da krallar. Silahlarıysa para. İtalya'da paranın, senin ya da benim ülkemdekinden değişik bir işlevi vardır."

"İtalyan kentlerinde mallar para sağlamaya yarar. Papazlar, piskoposlar, hatta tarikatlar bile parayı hesaba katmak zorundadırlar. Bu nedenle, doğal olarak, erke karşı başkaldırı, yoksulluğa çağrı biçimine bürünür." (40)

Gülün Adı, söz, yazı, doğa, evren, insan, doğa, inanç, akıl, sınırlılık, sonsuzluk, yaşam ve ölüm üzerine bir kitap. Söz değilse bile, yazı hiç kolay değil öykülerin yaşandığı ortaçağda. Adso, "zavallı Venantius'un" masasından yola çıkarak daha sonra yazı salonlarında yaşadığı deneyime dayanarak yazıcıların acılarından söz ediyor:

"Uzun kış saatlerini, parmaklar kalemin ucunu tutmaktan uyuşmuş olarak masa başında geçirmenin (normal bir ısıda bile, altı saat yazdıktan sonra, rahibin başparmaklarına korkunç bir rahip krampının girdiği, başparmağı ezilmiş gibi sızladığı zaman) yazmanlara, bölüm başlığı yazıcılarına ve araştırmacılara ne denli acı verdiğini bilirim."

El yazmalarının kenarlarında acının ve sabırsızlığın kanıtı olarak yazılmış yazıların bu durumu kanıtladığını belirtiyor:

"Tanrı'ya şükür, az sonra hava kararacak."

"Ah, bir bardak şarap olsa!"

"Bugün hava soğuk, ışık azi bu deri pütürlü; yolunda gitmeyen bir şey var."

Venantius'un masasını şöyle tanımlıyor:

"Sekizgen biçimindeki avlunun çevresine sıralanmış, araştırmacılara ayrılmış öteki masalar gibi oldukça küçüktü bu masa da; minyatürcülere ve kopyacılara ayrılmış olan, dışarıya bakan duvarlardaki pencereler altındaki masalar ise daha küçüktü."

"Masanın altına konmuş bir dizi alçak rafın üstüne çözük yapraklar yığılmıştı, hepsi de Latince olduğundan, bunların onun son çevirileri olduğu sonucunu çıkardım."

"Sayfalar arasında birkaç Yunanca kitap da vardı."

O zamanlar henüz Yunanca bilmediğini, William'ın ona, Venantius'un çevirisini bitirmekte olduğu ve kitap rahlesi üzerinde açık duran Yunanca kitabın yazarının Lucianus olduğunu, eşeğe dönüştürülen bir adamın öyküsünü anlattığını belirtiyor.

O sırada, gözleri görmediği halde yanlarında belirerek onları bir kez daha şaşırtan yaşlı Jorge'nin sesini duyuyorlar:

"Kitaplık, hem gerçeğin, hem de yanılgının kanıtıdır."

Adso, kör bir adamın yazı salonunda ne aradığına önce şaştığını, ama sonra Jorge'nin manastırı çok iyi bildiğini ve her yerine ulaşabildiğini anladığını, Jorge'nin "ayak sesleri zamanın içinde boğulmuş kitaplığa doğru giden" Malachi'yi görebildiğini, rahiplerin ona büyük saygı duyduğunu ve sık sık başvurduğunu, anlaşılması güç parçalar okuduklarını ve danıştıklarını söylüyor, örnekler veriyor:

"Göksel Yeruşalem'in duvarlarını süslemesi gereken taşların hangileri olduğunu, ya da Artmaspi'nin haritada Papaz Gianni'nin ülkesinin yakınlarında gösterilmesi gerektiği yanıtını veriyordu." (41)

Tek bir cümlede geçen bu üç özel ad bile kitabın yazılmasındaki ve çevrilmesindeki güçlüğü gösteriyor. Adların ne kadar geçmişteki gibi, ne kadar bugün bilindiği gibi kullanılmalı, sözcükler aktarıldığı dilde bilinen karşılıklarına dönüştürülmeli mi? Yanıtlanması zor sorular olduğu görülüyor.

William'ın Venantius'un güldürü sorunlarıyla ilgilenmesinden söz etmesi üzerine Jorge yanıtlıyor:

"O gün güldürüler değil, gülmenin caiz olup olmadığı tartışılıyordu."

William "İsa'nın gülmüş olabileceği düşüncesine niçin bu kadar karşı" olduklarını sorarak "gülmenin tıpkı banyo gibi" iyi bir ilaç olabileceğini söyleyince Jorge yanıtlıyor, William karşı çıkıyor, tartışıyorlar:

"Banyolar iyidir. Aquinas'lı da üzüncü dağıtmak için banyoları salık verir. Oysa gülme bedeni sarsar, yüz çizgilerini bozar, insanı maymuna benzetir."

"Maymunlar gülmezler; gülmek insana özgüdür; insan ussallığının belirtisidir."

"Gülmek delilik belirtisidir. İnsan güldüğü şeye inanmaz. Ama ondan nefret de etmez."

"Tacitus, Calpurnius Pisonus'un alaycılığını över; genç Plinius da şöyle yazmıştır: 'Bazen güler, neşelenir, oynarım da, ben insanım.' " (42)

Jorge, Pierre Abelard'dan söz ediyor:

"Ermiş Bernardo, usu İncil'in aydınlatamadığı soğuk, yaşamdan yoksun bir mantığın buyruğuna vermek isteyen İğdiş Edilmiş Abelard'a karşı çıkmayı çok iyi bildi."

"Saygıdeğer Jorge. Abelard'a iğdiş edilmiş demekle haksızlık ediyorsunuz gibi geliyor bana, çünkü o üzücü duruma başkalarının kötülüğü yüzünden uğradığını biliyorsunuz."

"Günahları yüzünden. İnsan aklına bunca güvendiğinden. Böylece basit insanların inançlarıyla alay edildi."

"Size katılmıyorum, saygıdeğer Jorge. Tanrı bizden, Kutsal Kitap'ın bizi karar vermekte özgür bıraktığı birçok şeye aklımızı uygulamamızı istiyor. Biri sizden bir görüşe inanmanızı isterse, önce bunun kabul edilebilir olup olmadığını incelemelisiniz." (43)

Tartışma sertleşiyor, Adso durumu "William küstahlık etmişti ama şimdi de Jorge ağzıyla yellenmekle suçluyordu onu" sözleriyle aktarıyor. (44)

Bir yandan da soruşturmayla ilgili gelişmeler yaşanıyor. Benno, William'la acele görüşmesi gerektiğini fısıldayarak hamamın arkasından buluşmak istiyor. William, Malachi'den Venantius'un masasına bir gözcü koymasını rica ediyor. (45)

Adso Benno'nun, William'ın önermelerin aklın süzgecinden geçirilmesine ilişkin sözlerinden etkilendiğini, araştırma yapan bir rahibin kitaplıktaki her şeyi bilme hakkına sahip olduğuna inandığını belirtiyor. Adso öğrendikçe manastırdaki kişiler ve o dünyalardaki yaşamla ilgili ayrıntılar yansıyor.

"O konuştukça, güzel söz söyleme sanatından hoşlanan bu henüz genç rahibin içinin bağımsızlık özlemiyle kıpır kıpır olduğunu ve manastır sıkıdüzeninin bilimsel kuşkusuna vurduğu zincirleri kabul etmekte çok güçlük çektiğini fark ettik."

"Daha yeniyetme bir rahip olmama karşın, ben de şimdiden Melk'te yaşlı bir rahipten, genellikle kilise mensubu olmayan bir erkeğin kadına sunduğu, üstüne şiir yazılı kağıtlar almamış mıydım?"

"Rahiplik andı bizi kadın bedeni denen o kötülük batağından uzak tutar, ama sık sık başka yalnızlıkların kıyısına yaklaştırır."

"Rahipler ne zamandır Berengar'ın çok yakışıklı olduğu anlaşılan Adelmo'ya yönelttiği sevgi dolu bakışlarıyla alay ediyorlardı." (46)

Manastırda maddi yaşam önemli bir yer tutuyor. Adso anlatıyor.

"Kaplar, vaftiz çanakları, her şey yapıldıkları değerli maddeyi gösteriyordu: altın sarısı, duru fildişi beyazlığı ve billur saydamlığı arasında her renk ve boyutta pırıl pırıl parlayan değerli taşlar gördüm; yementaşı, topaz, rubi, safir, zümrüt, krizolit, oniks, lal taşı, akik, ve agatı tanıdım."

Başrahip Abbone manastırının zenginliğiyle övünüyor.

"Bu gördüğünüz zenginlikler ve daha sonra görecekleriniz, yüzlerce yıllık dindarlığın ve tanrıya bağlılığın kalıtımı, bu manastırın gücünün ve kutsallığının tanığıdır." (47)

William yoksullukla ilgili tartışmadan söz ettiğinde Başrahip, değerli taşlarının onu alıp götürdüğü o güzel evrenden aşağı inmekte güçlük çekiyor. Adso, Abbone'yle William'ın konuşmasını anlatıyor, yaşananların hiç de basit olmadığı görülüyor:

"Konuşmaları bir yanda İmparator'u Papa'yla, öte yanda Papa'yı, Perugia Ruhani Meclisi'nde, uzun yıllar sonra da olsa, Tinciler'in, İsa'nın yoksulluğuna ilişkin tezlerini benimseyen Fransisken'lerle karşı karşıya getiren ikili çekişmeyle; aynı zamanda Fransisken'leri imparatorlukla birleştiren, Ermiş Benedikten tarikatına bağlı rahiplerin bana hala karanlık görünen araya girişiyle -bir karşı çıkışlar ve bağlaşıklıklar üçgeninden- artık bir dörtgene dönüşmüş olan olaylar dolantısıyla ilgiliydi." (48)

"Tanrı'nın kullarının, çobanlar (yani kilise mensupları), köpekler (yani savaşçılar) ve sürü, halk, diye ayrıldıklarını birçok kez işitmiştim."

"Benediktenler sık sık üç değil, iki büyük bölümden söz etmişlerdi; biri dünyasal şeylerin yönetimi, ötekiyse göksel şeylerin yönetimiyle ilgiliydi." (49)

Başka bir dünyanın aralanan kapısından Ortaçağ çatışmaları gösteriliyor:

"Abbone'nin, İmparator tarafından Fransisken tarikatıyla Papa'lık tahtı arasında arabuluculuk etmek için gönderilmiş olan William'la işbirliği yapmaya hazır olmasının nedenleri bunlar diye düşündüm."

"Papa Ioannes tarafından birkaç kez Avignon'a çağrılan Cesena'lı Michele sonunda çağrıyı kabul etti, çünkü tarikatının Papa'yla kesin bir çatışmaya girmesini istemiyordu." (50)

"Başrahip'in imparatorluğa çok bağlı olduğu biliniyordu, ama gene de, büyük diplomatik yeteneğinden ötürü, papalık sarayı için de sevilmeyen biri değildi."

"Ama Papa'nın direnişi sona ermemişti. Elçilerinin manastır toprağına ayak basar basmaz Başrahip'in yargı yetkisine gireceklerini biliyordu; elçileri aynı zamanda laik din adamları olduklaından bu koşulları kabul etmiyor, İmparator yanlılarının tuzağından korkuyorlardı. Bu nedenle, onların güvenliğinin, Papa'nın güvenini kazanmış bir kişinin komutasında Fransız Kralı'nın bir okçu birliğince sağlanmasını şsrt koşmuştu." (51)

"Papalık elçileri iki cinayetin faili hala ortaya çıkarılmadan manastıra varacak olurlarsa (ertesi gün Başrahip'in kaygıları daha da artacaktı, çünkü cinayetlerin sayısı üçe çıkacaktı), bu duvarlar arasında, şiddet eylemleriyle Papa'nın elçilerinin düşünce ve davranışlarını etkileyebilecek birilerinin dolaşmakta olduğunu kabul etmek gerekecekti." (52)

Başrahip William'a sesleniyor:

"Unutmayın ki Avignon'lular Minoritlerle, yani Fraticello'lara tehlikeli biçimde yakın ve onlardan daha da çılgın olan başkalarıyla, elleri kana bulanmış tehlikeli sapkınlarla buluşacaklarını çok iyi biliyorlar."

William tiz bir sesle karşı çıkıyor:

"Perugia Ruhani Meclisi'ndeki Minorit'leri, İncil'in mesajını yanlış anlamış, servete karşı savaşımı bir dizi kişisel kan davasına ya da kanlı çılgınlığa dönüştüren sapkınlar takımıyla bir tutamazsınız." (53)

William'ın konuşmasında Pataren'ler, Valdezyenler, Katarlar gibi mezhep, hizip ve akım adları için dipnotlarda bilgiler veriliyor, örneğin Katarlar için şöyle deniyor:

"12. ve 13. yüzyılda, Batı Avrupa'da yayılan sapkın bir Hıristiyan mezhebi. Katarlar düalistik bir görüşe sahiptiler; iyiliğin yalnızca iyi Tanrı'nın tinsel dünyasında var olduğuna, maddesel dünyanın kötü olduğuna ve kötü bir tanrı ya da Şeytan tarafından yaratıldığına, böylece iyi ve kötünün iki ayrı yaratıcısı olduğuna inanıyorlardı." (54)

Başrahip, laik dünyanın ve İmparatorluğun düzenini tehlikeye düşüren sapkınlarla ilgili korkunç öyküler bildiğini söylüyor.

"Sonra mum söndürülünce herkes, karısıyla kızı, dulla el değmemiş genç kız, efendiyle köle, hatta (daha kötüsü, böyle korkunç şeyler söylediğim için efendimiz beni bağışlasın) kızı ve kızkardeşleri arasında hiçbir ayrım gözetmeksizin en yakınındakinin üstüne atlamış."

"Ama görüyorsunuz, sapkınların yasası ve yaşamı böyledir - Patarenlerin, Katarların, Joachim'cilerin, her çeşit Tincilerin."

William Abbone'ye "görkemli ve kutsal manastırın yalıtılmışlığı içinde, dünayanın kötülüklerinden uzak" yaşadığını, kentlerde yaşamın onun sandığından çok daha karmaşık olduğunu söylüyor:

"Petros'un ihaneti, Yehuda'nınkiyle karşılaştırıldığında solda sıfır kalır." (55)

"Bu sapkınlıkların birçoğunun, destekledikleri öğretilerden bağımsız olarak, basit insanlar arasında başarı kazandığını, çünkü bu insanlara başka bir yaşam olanağı sunduklarını söylüyorum."

"Basit insanların yaşamı, bilgiyle ve bizi bilge kılan uyanık bir ayırdetme duygusuyla aydınlatılmamıştır."

"Birçokları için bir sapkın gruba katılmak, çoğu kez kendi umarsızlıklarını haykırmanın bir başka yoludur."

"Yeryüzünde bazen çobanları olduğumuz sürülerin içinde yaşadıkları bir cehennem vardır." (56)

Abbone sapkınlardan söz ediyor:

"Sapkınların, Tanrı'nın kullarını bir arada tutan düzeni tehlikeye atan kimseler olduklarını biliyorum. Ve İmparator'u destekliyorum; çünkü bu düzeni benim için güvence altına alıyor. Papa'yla savaşıyorum, çünkü tinsel erki, tüccarlar ve loncalarla bağlaşık ve bu düzeni koruyamayacak olan kent piskoposlarına veriyor."

Sapkınlar için tek kuralının, Citeaux Piskoposu Arnald Amaralicus'un, sapkınlığından kuşkulanılan Beziers kenti yurttaşlarına ne yapacakları sorulduğunda verdiği yanıtta özetlendiğini belirtiyor:

"Tümünü öldürün! Tanrı kendinden yana olanları tanır." (57)

William düşüncelerini açıklıyor:

"Kutsal bir savaş da eninde sonunda bir savaştır. Belki de bu nedenle kutsal savaşlar olmamalıdır."

"İtalya'yı yakıp yıkmakta olan Ludwig'in haklarını savunmak için bulunuyorum burada."

Başrahip "barış öpücüğü" istiyor, William'ı niçin uyardığını açıklıyor:

"Bunlardan söz edişimin nedeni, arada bir bağ olduğuna inanışım, anlıyor musunuz? Burada yer alan cinayetlerle tarikatınıza mensup kardeşlerinizin savları arasında olası bir bağ - daha doğrusu, başkalarının kurabilecekleri bir bağ." (58)

Adso ve William bahçede yaşlı bir adam görüyorlar. Grottaferratalı Alinardo'yla William labirentlerden, doğrulardan, Deccal'den söz ediyorlar:

"Bu dünya tipik bir labirent gibidir. Girişi kolay, çıkışı çetindir." (59)

"Deccal bin yıl dolunca gelmez. Bin yıl dolunca, doğruların egemenliği başlar; sonra doğruları şaşırtmak için Deccal gelir; sonra da son savaş olacak."

"Ama doğrular bin yıl hüküm sürecektir."

"Bin yıl İsa'nın ölümünden değil, Konstantinus'un bağışından hesaplanır. Bin yıl şimdi oldu."

"Doğruların egemenliği sona mı eriyor yani?"

"Hesaplamak güç. Liebana'dan Tanrı razı olsun, o hesapladı. Jorge'ye sor, o gençtir, daha iyi anımsar."

Alinardo, yedi borazandan söz ediyor:

"Birinci melek ilk borazana üfledi ve kanla karışık is ve ateş çıktı. İkinci melek ikinci borazana üfledi ve denizin üçte biri kana dönüştü."

"Üçüncü borazanı bekle." (60)

William, Malachi'nin yüzünün asıklığından söz edince Adso soruyor:

"Peki ama, İncil niçin İsa'nın güldüğünü söylemiyor hiç?"
(61)

Sonra Venantius'un alfabesini çözmeye çalışıyorlar:

"Venantius saf olsaydı, en yaygın burç alfabesini kullanırdı. A eşittir güneş, B eşittir Zeus."

"Alafabeyi başka bir anahtara göre yeniden düzenlemiş."

"Bacon, bilgi elde etmenin yolunun dil bilmekten geçtiğini söylemekte haklıydı."

"Ebubekir Ahmed bin Alibin Vaşiyye en-Nebati, yüzyıllarca önce "Kendini Bilime Adamışların Eski Yazıların Bilmecelerini Çözmeye Duydukları Çılgınca İstekle İlgili Bir Kitap" diye bir kitap yazdı." (62)

Adso, bir odada ürkütücü boyutlarda bir devle karşılaştığını sanınca William gülüyor:

"Bir ayna bu."

Sonra optikten söz ediyor:

"Optikle ilgili kitap okumalısın. Kitaplığı kuranlar hiç kuşkusuz okumuşlar. En iyileri Araplarınki. El Hazan, Görünüşlere Dair adlı kitabında, kesin geometrik kanıtlarla aynaların gücünden söz ediyor."

Adso'dan kitapların başlıklarını okumasını istiyor, Adso okuyamıyor:

"Yazılı değil efendim" diyor. Okuyamıyorum. Alfabe değil bunlar. Yunanca da değil; olsa anlardım. Kurtçuklara, küçük yılanlara, sinek pisliğine benziyor."

William Arapça olduğunu anlayarak benzer başka kitap olup olmadığını soruyor. Adso birkaç tane olduğunu söylerken Latince bir kitap görüyor. El Harezmi, Tabulae. William heyecanlanıyor:

"El Harezmi'nin, Baas'lı Adelard tarafından çevrilmiş astronomi cetvelleri."

William devam etmesini isteyince Adso, gözlere ve yıldızların ışınlarına dair kitaplara geçiyor. (63)

Adso kendinden geçip hayaller görünce Willam büyüsel bitkilerden söz ediyor:

"Geceleri kitaplığın şeytani varlıklarca korunduğuna inandırmak için büyüsel bitkiler koyuyor buraya."

"Bir yandan kitapta gördüklerini büyütüyor, bir yandan da isteklerinin ve korkularının sesini dinliyordun."

"Yarın bu konuyu Severinus'la konuşmalıyız."

"Bu yasak bilgiler yeri birçok kurnazca buluşla korunuyor."

"Bilgi, aydınlatmaktan çok, gizlemek için kullanılıyor." (64)

Adso ve William hacılar konukevine gitmek için avludan geçtiğinde binanın kapısında durmuş ters ters onlara bakan Başrahip'le karşılaşıyorlar.

"Berengar koroda yoktu."

William, böylece yazı salonunda pusuya yatanın kim olduğunu anlıyor. Gece yarısı duasında da Berengar olmuyor. (65)

....


ÜÇÜNCÜ GÜN "Alacakaranlıktan Tansökümüne Değin" başlığı ve ortadan kaybolan Berengar'ın hücresinde kan lekeli bir bez bulunduğu haberiyle başlıyor. Sonra Adso yazı salonunda tarikatının tarihçesi ve kitapların yazgısı üstüne düşünüyor. Kütüphaneci Malachi'den izin isteyerek katalogun sayfalarına bakarken gerçekte rahipleri inceliyor, kardeşlerinden ikisi yok olmuşken ve birisi çevrede kaygıyla aranırken bile dingin ve serinkanlı olabilmelerine şaşırarak hayranlığını belirtiyor, manastırın dünyayla ilişkisini düşünüyor:

"Tarikatımızın büyüklüğü burada işte, yüzyıllar boyu böyle adamlar, barbar sürülerinin saldırılarını, manastırlarını yağmaladıklarını, krallıklarını ateşe verdiklerini gördüler; ama gene de, parşömeni ve mürekkebi sevmeyi sürdürdüler, dudaklarının ucuyla, yüzyılları aşıp onlara ulaşmış olan, kendilerinin de gelecek yüzyılların ötesine ulaştıracakları sözcükleri okumayı sürdürdüler. Bininci yıl yaklaşırken okumayı ve kopya etmeyi sürdürdüler; şimdi niçin sürdürmesinler aynı şeyi?" (66)

"Sıradan insanlar için zinaya kışkırtılma, laik papazlar için mal tutkusu neyse, rahipler için bilginin ayartıcılığı da odur."

"Zihinlerinin takıldığı bir şeyi öğrenmek uğruna ölümü; birisinin, kıskançlıkla korudukları bir gizi öğrenmesini önlemek için öldürmeyi niçin göze almış olmasınlar?" (67)

"Tarikatımızın tek yozluğu bu değildi ki; gereğinden çok güçlenmişti; rahipleri krallarla yarışıyorlardı. Abbone, bir hükümdar debdebesi içinde hükümdarlar arasındaki anlaşmazlıkları çözmeye çalışan bir hükümdar örneği değil miydi?"

"İçinde bulunduğum manastır belki de bilgi üretme ve bilimi yeniden kurmaktaki üstünlüğüyle övünecek en son manastırdı. Ama belki de bu yüzden, rahipler kutsal bir iş olan kopya işinden hoşnut değildiler artık; yenilik tutkusunun dürtüsüyle doğanın yeni tamamlayıcılarını da üretmek istiyorlardı."

"Böyle davranırken üstünlüklerinin yıkımını kutsadıklarının farkında değildiler. Çünkü üretmek istedikleri bu yeni bilgi, bu duvarların dışında serbestçe dolaşacak olursa, bu kutsal yeri bir katedral okulundan ya da bir kent üniversitesinden ayırdedecek hiçbir şey kalmazdı artık." (68)

Adso, Salvatore'nin anlattıklarının ve kendi yaşadıklarının yorgun zihninde düzleşip tek bir imge oluşturmuş olabileceğini söylüyor:

"Gerçekten, altının anısını dağın anısıyla birleştirerek, bir altın dağ kavramını oluşturabilen imgelemin gücüdür bu."

William'ın (ve bazı rahiplerin) halkı ve bilgisizleri belirtmek için kullandığı "basit insanlar" tanımından, zorbalardan ve Salvatore'den söz ediyor:

"İtalyan kentlerinde, bilgilerini halk diliyle ortaya koysalar da, kilise mensubu olmayan, ama bilgisiz de olmayan tüccar ve zanaatçılara da rastladım. Hem ona bakılırsa, o sıralarda yarımadayı yöneten zorbaların bazıları tanrıbilim, tıp, mantık bilmiyorlardı. Latince de bilmiyorlardı, ama kesinlikle basit ya da bilgisiz değildiler."

"Yüzyıllar boyu açlığa ve beylerin zorbalığına boyun eğmiş bir kırsal bölgeden geliyordu. Basitti, ama aptal değildi. Başka bir dünyanın özlemini çekiyordu."

Salvatore'nin dolaştığı yerlerden, insanların para harcamadan yaşayacağı düşsel bolluk ülkesi Cockaigne'den, Avrupa'da dolaşan sahte rahiplerden, şarlatanlardan, dolandırıcılardan, dalaverecilerden, dilencilerden, sakatlardan, göçmenlerden, gezginlerden, halk ozanlarından, papazlardan, Yahudiler'den, delilerden, kaçaklardan, hırsızlardan, eşcinsellerden, zanaatçılardan, daha birçok gruptan söz ediyor, ayrıntılar veriyor:

"Rieti ormanında bir tariki dünya gibi yaşayan ve tensel edimin günah olmadığının doğrudan doğruya Kutsal Ruh tarafından kendisine açıklanmış olmasıyla övünen rahip Paolo Zoppo'dan söz edildiğini işitmiştim, bacılar dediği kurbanlarını baştan çıkarıyor, onları çıplak etlerinin kırbaçlanmasına boyun eğmeye zorluyor, içlerinden beşine yerde bir haç biçiminde diz çöktürüyor, sonra da onları Tanrı'ya sunuyor ve barış öpücüğü dediği öpücüğü istiyorlardı onlardan."

"Günün birinde, çobanlar ve halktan oluşan kalabalık bir yığın denizi geçip inanç düşmanlarına karşı savaşmak için toplanmışlardı. Bunlara Çobanlar deniyordu."

"Paris kalesine girdikleri zaman karşı koymaya çalışan Paris rektörünü öldürüp merdivenlerden aşağı attılar, tutukevinin kapısını kırdılar."

"Orada burada karşılarına çıkan tüm Yahudileri öldürüyorlar, mallarını yağmalıyorlardı."

Adso, Salvatore'ye Yahudileri niçin öldürdüklerini sorunca Salvatore "Niçin öldürmesinler?" diyerek insanın gerçek düşmanları çok güçlü olursa daha güçsüz düşmanlar seçtikleri yanıtını veriyor. Adso, yalnızca güçlülerin gerçek düşmanlarının kimler olduğunu her zaman bildiğini, Beyler'in Çobanlar'ın mallarını tehlikeye düşürmesini istemediklerini, bu yüzden de Çobanlar'ın önderlerinin en büyük servetin Yahudilere ait olduğu düşüncesini yaymasının büyük bir şans olduğunu düşünüyor. (69)

William, Adso'ya sapkınlık ırmağından ve kuşkulardan söz ediyor.

"Bir insan yakıldığı zaman, onun bireysel özü yakılmış ve somut bir varoluş biçimi olan, bu nedenle de onun varlığını sağlamış olan, en azından Tanrı'nın gözünde, özde iyi olan şey hiçliğe indirgenir."

"Bazen hala ırmak olanla çoktan deniz olanı ayırt edemezsin."

"Irmak Tanrı'nın kenti ya da doğruların krallığıdır; bininci yıl yaklaşmaktadır ve bu belirsizlik içinde artık ayakta kalamıyor; yalancı ve gerçek peygamberler doğuyor, her şey Armageddon'un yer alacağı büyük ovaya doğru akıyor."

"Biz Fransiskenler arasında, üçüncü bir çağın ve Kutsal Ruh'un yeniden egemen olacağı düşüncesinin her zaman canlı kaldığı doğrudur." (70)

"Valdezyenler, Kilise içinde tinsel bir reform yapılmasını öngörüyorlardı."

"Katarlar ise başka bir kilise, başka bir Tanrı ve sağtöre (ahlak) anlayışı öngörüyorlardı."

"Bizim kutsal Ana Kilise'miz gibi çok katı bir hiyerarşi kurmuşlardı; hiçbir erk biçimini ortadan kaldırmayı bir an için bile düşünmüyorlardı."

Bunun yöneticilerin, toprak sahiplerinin, feodal beylerin Katarlar'a katılma nedenlerini açıkladığını söylüyor. (71)

Adso güzel Isotta'yı ölüme mahkum etmek zorunda kalan Kral Mark'la ilgili bir öykü anımsadığını söyleyince William "Görüyorum ki bir Benedikten çömezi olarak tuhaf şeyler okumuşsun" diyerek takılıyor." "Bir çömezin sevi öyküleri okumaması gerektiğini bilen" Adso kızarıyor. (72)

Adso Ermiş Francesco'nun kuşlara yardım etmesiyle ilgili öyküyü duyduğunu söyleyince William "Sana yanlış bir öykü anlatmışlar" diyor, Francesco kent halkı ve yöneticileri kendisini anlamayınca mezarlığa giden Ermiş Francesco'nun kuzgunlar, saksağanlar, şahinler, leşle beslenen yırtıcı kuşlarla konuşmaya başladığını söylüyor.

"Gelin, yüce Tanrı'nın büyük şölenine katılın, kralların etini, tribünlerin ve kendini beğenmişlerin etini veatların ve onların üstüne binenlerin etini ve özgür ve tutsak küçük büyük tüm insanların etini yiyin."

"Yüzyıllar boyunca Papa ve İmparator erk için giriştikleri savaşlarda birbirlerini parçalarken, dışlanmışlar gerçek cüzamlılar gibi kıyıda yaşamayı sürdürdüler." (73)

William, sapkınlığın yanılgısını açıklıyor:

"Herkes sapkındır, herkes ortodokstur; bir akımın sunduğu inancın önemi yoktur; önemi olan sunduğu umuttur." (74)

"Halk dili artık kentlerin dili oldu, Latince ise Roma'nın ve manastırların dili."

"1179'da toplanan Lateran Konseyi'nde (görüyorsun yüz elli yıl öncesine ilişkin olaylar bunlar), Walter Map, o budala, bilgisiz Valdezyenlere güvenilecek olursa neler olacağı konusunda uyarılarda bulundu." (75)

"Kentler dilenci tarikatlarını, özellikle de biz Fransiskenleri tutuyorlardı; çünkü biz tövbe gereksinimi ile kentsel yaşam; kilise ile alım satım işlerinden başka bir şey düşünmeyen kentsoylular arasında uyumlu bir denge sağlanmasına izin veriyorduk." (76)
"Roger Bacon'dan daha önce söz etmiştim sana. Belki de gelmiş geçmiş en akıllı adam değildi, ama bilim sevgisini esinleyen umudu beni her zaman büyülemiştir."

"Yoksulların, dışlanmışların, budalaların ve okur yazar olmayanların çok kez Tanrı'nın ağzından konuştuklarına inanmasaydı, iyi bir Fransisken olamazdı."

"Basit insanlarda, çoğu zaman geniş kapsamlı, genel yasalar ortaya çıkarma çabaları içinde yiten okumuşlarda olmayan bir şey var. Bir bireyin sezgisi var onlarda." (77)

"Bugün durum değişti; manastır ve katedrallerin dışında, hatta üniversitelerin bile dışında bilim adamları yetişiyor. Örneğin bu ülkede, yüzyılımızın en büyük filozofu bir rahip değil, laik biriydi." (77)

"Bacon'un sözünü ettiği bilim kuşkusuz bu önermelere dayanıyor."

"Bilim önermeler ve onların terimleriyle uğraşır; terimler de tekil nesneleri belirtirler."

"Önermemin doğruluğuna inanmalıyım; çünkü onu deneyle öğrendim; ama ona inanmak için evrensel yasalar olduğunu varsaymalıyım."

"Ama onlardan söz edemiyorum; çünkü evrensel yasaların ve kurulu bir düzenin var olduğu kavramının kendisi, Tanrı'nın bunların tutsağı olduğunu sezdirir; oysa Tanrı öylesine saltık (Kendi başına var olan, hiçbir şeye bağlı olmayan, bağımsız, koşulsuz, mutlak) bir biçimde özgür bir şeydir ki, eğer isterse isteminin tek bir edimiyle dünyayı değiştirebilir." (78)

William, uzun ve derin bir felsefi tartışmadan sonra, Venantius'un şifresini Adso'ya açıklıyor.

"Sevil'li İsidor'un onları sınıflandırdığı gibi, Koç burcu ve ilkbahar noktasıyla başlayıp Balık burcuyla bitirirek. Şimdi bu anahtarı uygulamayı denersen, Venantius'un mesajı anlam kazanır."

"Karşında, alçakgönüllü bilgisi ve Tanrı'nın sonsuz gücüne borçlu olduğu azıcık yeteneğiyle, birkaç saatte yazanın kendinden başka herkese mühürlü olduğuna inandığı gizli bir şifreyi çözmeyi başarmış değerli bir Fransisken var." (79)

Günbatımında Başrahip, İoannes'in Fransız askerlerinin komutanlığına getirdiği ve elçilerin güvenliğinin sorumluluğunu verdiği adamın adını kaygıyla açıklıyor. Bernardo Gui böylece sahneye çıkıyor. William, Adso ve Başrahip'in anlamadığı kendi dilinde bir tepki veriyor. William Bernardo'nun Toulouse bölgesinde yaşayan sapkınların başbelası kesildiğini; Valdezyenleri, Beghard'ları, Fraticelli ve Dominikenleri kovuşturmak ve yok etmekle görevli olanların yararlanması için bir de kitap yazdığını söylüyor. (80)

Başrahip Abbone, Berengar'ın başına ne geldiğini sorarak William'ın olayı hemen aydınlatmasını beklediğini hissettiriyor. William kendini savunuyor:

"Ben uzun zaman önce bazı etkin soruşturmalar yürütmüş olan bir rahibim yalnızca. Gerçeğin iki günde ortaya çıkarılamayacağını biliyorsunuz. Hem bana nasıl bir yetki verdiniz? Kitaplığa girebiliyor muyum?"

Başrahip, cinayetlerle kitaplık arasında ilişki göremediğini belirtiyor. William Adelmo'nun minyatürcü, Venanius'un çevirmen, Beranda'ın ise kütüphaneci yardımcısı olduğunu söyleyerek açıklıyor. Abbone uzaklaştıktan sonra William Adso'ya mercekler olmadan elyazmasını okuyamayacağını, bu yüzden gece kitaplığa girmenin anlamı olmayacağını söylüyor. Bu sırada Morimondo'lu Nicola kötü haberi getiriyor, William için hazırlamaya çalıştığı camların çatladığını, karanlık çökmekte olduğu içim o gün artık çalışılamayacağını söylüyor. William'ın canı çok sıkılıyor. Labirentte yollarını nasıl bulacaklarını düşünüyor. Doğu kulesinin içinden çıkıldığını bildiklerini, "kuzeyin nerede olduğunu bildiren" bir makineleri olsaydı hangi yöne gittiklerini anlayarak yollarını bulabileceklerini söylüyor. (81)

William labirentin bulmacalarını çözebilmek için düşünmeyi ve araştırmayı sürdürüyor:

"Tamam Adso, matematik biliminden yararlanacağız. İbni Rüşt'ün dediği gibi, yalnız matematik bilimlerde, bizce bilinen nesneler mutlak olarak bilinen nesnelerle özdeşleşebilirler." (82)

William sonunda bir çözüm bulup anlatınca Adso hayranlıkla soruyor ve aydınlanıyor:

"Peki ama nasıl oluyor da, kitaplığın gizemini içindeyken çözememiştiniz de, dışarıdan bakarak çözebildiniz?"

"Tanrı da dünyayı böyle bilir; çünkü onu yaratmadan önce dışarıdan bakıyormuşçasına zihninde tasarladı." (83)

Akşam duasından sonra Ubertino, Fra Dolcino'nun öyküsünü anlatıyor. Adso, Ubertino'yla konuşma yürekliliğini göstererek öğüt isteyeceğini söylüyor, Ubertino soruyor:

"Seni kaygılandıran nedir? İstekler, değil mi? Tensel istekler mi?"



Adso kızararak yanıtlıyor:

"Hayır, olsa olsa zihinsel istekler."

Başkalarını yoldan çıkaran kötü bir adamdan, Fra Dolcino'dan söz edildiğini duyduğunu, zararlı sapkınlık otunu öğrenmek istediğini söylüyor.

Adso sordukça Ubertino anlatıyor, Fransiskenler'in suçlanmasından, Minoritler'in Papa'nın yetkesini tanımamak gerektiğini söylemelerinden, Gherardo'nun yanılıp kendini sapkınlıkla lekelediğinden, yeni bir tarikat topluluğu kurmak isteyen herkesin Ermiş Francesco'nun tarikatından mutlaka bir şey aldığından söz ediyor. Adso "Minoritler özel mülkiyeti savunmuyordu" deyince Ubertino "Minoritler yoksul olmak istiyorlar ama hiçbir zaman başkalarından yoksul olmalarını istemediler" diyor.

"Sonra iyi Hıristiyanlar sana haydut damgasını vururlar, Gherardo'ya da böyle oldu."

"İsteminin gücünü ve erdenliğini sınamak için bazı kadınlarla yattğı söylendi."

"Fiore'li Gioacchino büyük bir peygamberdi. Francesco'nun kilisesinin yenilenmesinin işaretini vereceğini ilk anlayan o oldu. Ama sözde peygamberler, onun öğretisini kendi çılgınlıklarına gerekçe olarak kullandılar. Segarelli yanında bir kadın peygamber gezdiriyordu. Tripia ya da Ripia diye biri; kendisine peygamberlik bağışlandığını öne sürüyordu."

"Dolcino, bir papazın piçiydi."

"Tanrı'nın tek gerçek havarisinin kendisi olduğunu, her şeyin sevgide ortak olması gerektiğini, bütün kadınlarla ayrım gözetmeksizin yatmanın meşru olduğunu, bunun için karısıyla ya da kızlarının biriyle yatsa bile hiç kimsenin zinayla suçlanamayacağını öne sürüyordu."

"Fra Dolcino'ya kötü demek için sonra ne yaptığını bilmek yeter."

"Nasıl olup da Sözde Havariler'in öğretilerini benimsediğini bilmiyorum bile. Belki de gençliğinde Parma'ya yolu düşmüş, Gherardo'yu dinlemiştir."

"Vaaz vermeye Trento'da başladığıysa kesinlikle biliniyor. Orada, soulu bir aileden Margherita adında çok güzel bir kızı baştan çıkarmış, ya da o onu baştan çıkarmış."



"Şeytan erkeklerin yüreğine kadın kılığında girer." (84)

Ubertino, Dolcino'nun laik din adamlarına, vaizlere ve Minoritlere Şeytan'ın elçileri dediğini, Tanrı'nın kullarının yaşamını dört döneme ayırdığını söylüyor, Adso sorular sorarak, araya girip kendi sözlerini ve yaşamının daha sonraki dönemlerinde edindiği bilgileri de ekleyerek aktarıyor:

"İsa'nın gelişinden önceki Eski Ahit dönemiydi; atalar ve peygamberler dönemi; bu dönemde evlilik iyi bir şeydi; çünkü Tanrı'nın kulları çoğalmak zorundaydılar. İkincisi, İsa'nın ve havarilerinin dönemiydi; bu bir ermişlik ve erdenlik dönemiydi. Sonra üçüncü dönem geldi; bu dönemde papalar önce halkı yönetebilmek için dünyasal zenginlikleri kabul etmek zorundaydılar; ama insanlar Tanrı sevgisinden uzaklaşmaya başlayınca Benedict geldi ve her türlü dünyasal malı yadsıdı; Benedict'in rahipleri de yeniden servet biriktirmeye başlayınca, Ermiş Francesco ve Ermiş Dominic geldiler; dünyasal erk ve zenginliğe karşı Benedict'ten de sert konuşuyorlardı. Ama sonunda, şimdi birçok din adamının yaşamı yeniden bütün bu iyi ilkelerle çelişince, üçüncü dönemin sonuna geldik; böylece havarilerin öğretilerine dönmek gerekti."

"Dolcino bu üçüncü yozlaşma dönemine bir son vermek için bütün din adamlarının, rahiplerin ve papazların çok acımasız bir ölümle ölmeleri gerektiğini söylüyordu; bütün kardinal ve piskoposların, papazların, rahibelerin, erkek kadın bütün dindarların, vaizci tarikatlara bağlı olan herkesin, Minoritlerin, tarikidünyaların, hatta Papa Bonifacio'nun kendisinin bile, Dolcino'nun seçmiş olduğu bir imparator tarafından yok edilmeleri gerektiğini söyledi; bu imparator da Sicilya İmparatoru Federico'ydu."
"
Ama bu Federico, Umbria'dan kovulan Tincileri Sicilya'ya kabul eden Federico değil miydi? İmparatorun -gerçi şimdi imparator, Luawig ama- Papa'nın ve kardinallerin dünyasal erkini yok etmesini isteyenler de Minoritler değil miydi?"

"Minoritleri hiçbir zaman İmparator'dan başka papazları öldürmesini istemediler."

"Yanılıyordu; şimdi biliyorum bunu. Çünkü birkaç ay sonra Bavyera'lı, Roma'da kendi tarikarını kurunca, Marsillo ve öteki Minoritler, Papa'ya bağlı olan dindarlara Dolcino'nun yapılmasını istediği şeyi aynen yaptılar."

"Kutsallık, Tanrı'nın ermişlerinin bize söz verdiklerini dünyasal yollardan elde etmeye çalışmaksızın, Tanrı'nın bize vermesini beklemek mi demekti? Şimdi bunun böyle olduğunu biliyorum; Dolcino'nun niçin yanıldığını da. İnsan nesnelerin dönüşümünü tutkuyla umsa da, onların düzenini değiştirmemeli."

"Dolcino, 1303 yılında yazdığı ikinci bir mektupta kendini Havariler topluluğunun yüce başkanı, hain Margherita (bir kadın) ve Bergamo'lu Longino'yu, Novaro'lu Federico'yu, Alberto Carentino ve Brescia'lı Valderico'yu da yardımcıları olarak atadı."
"Bu arada kış gelmişti; 1305 yılının kılı; son onyılların en sert kışı; çevrede büyük bir açlık vardı."

"Korkunç kıyımlar oldu, ama sonunda asiler teslim olmaya zorlandılar; Dolcino ve adamları yakalandılar; haklı olarak yakıldılar."

"Güzel Margherita da mı?"

"Güzel olduğunu anımsıyorsun, değil mi? Söylendiğine göre güzelmiş; ülkenin birçok beyi, serserinin elinden kurtarmak için onunla evlenmeye kalkışmış. Ama o istememiş; aşığı olacak o tövbe bilmez gibi, o da tövbe etmeden öldü."

"Manastırın kilercisinin, hatta belki Salvatore'nin de Dolcino'yla karşılaştıklarını ve şu ya da bu biçimde onun yanında bulunduklarını öğrendim."

"Kilerciyi bir Minorit manastırında tanıdım. Dolcino'yla ilgili olaylardan sonra. O yıllarda birçok Tinci, Ermiş Benedict'in tarikatına sığınmaya karar vermeden önce tedirgin bir yaşam sürmüş, manastırlarını bırakmak zorunda kalmışlardı.


Adso'ya "en olağanüstü bir yaratık biçimine bürünse de Babil yosmasından" sakınmasını söyleyen Ubertino, "Ne yazık ki ten güçsüzdür" diyor. Meryem Ana'nın heykelini gösteriyor. "Temiz sevgiyi öğrenmelisin" diyor, öğütler veriyor, uyarıyor:

"Doğaüstü sevginin ateşini, duyuların bayıltıcılığından ayırdetmeyi öğrenmelisin."

"Margherita'nın baştan çıkarıcılığı olmasaydı, Dolcino kendini lanetlemezdi."

"Pareta Calva'daki pervasız, açık saçık yaşam olmasaydı, Dolcino'nun başkaldırmasının büyüsüne daha az insan kapılırdı."

"Sevginin birçok özelliği vardır; ruh önce yumuşar; sonra hasta düşer; ama sonra tanrısal sevginin gerçek sıcaklığını duyar; o zaman ağlar, inler, eriyip kireç olması için ocağa atılan taşa döner."

Adso soruyor: "İyi sevgi bu mudur?" Ubertino başını okşuyor: "Evet, sonunda bu, iyi sevgidir. Ama ne zordur."

Adso kiliseden çıkmıyor. Ubertino'yla yaptığı konuşmanın etkisiyle kitaplığa yalnız gitmeye karar veriyor:

"Ubertino'yla yaptığım konuşma ruhumda ve bağrımda tuhaf bir ateş, anlatılmaz bir kıpırtı uyandırmıştı."

"Ne aradığımı kendim de bilmiyordum. Bilinmeyen bir yeri kendi kendime keşfetmek istiyordum."

Masaların arasında dolaşırken gördüğü bir elyazmasının başlığı ilgisini çekiyor. "Historia fratris Dulcini Heresiarche". Sapkın rahip Dolcino'nun öyküsü. 1307 Mart'ında, Kutsal Pazar günü yakalanan Dolcino, Margherita ve Longino'nun Biella kentine nasıl götürüldüklerini, Papa'nın kararını bekleyen piskoposa teslim edildiklerini öğreniyor:

"Papa haberi alınca Fransa Kralı Philip'e iletmişti."

"Papa tutuklulara karşı acımasız davrandı ve Piskopos'a onları ölüm cezasına çarptırmasını buyurdu."

"Aynı yılın Temmuz ayının birinci gününde, sapkınlar laik makamlara teslim edildiler."

"Sapkınlar bir arabaya konup kenti bir baştan bir başa dolaştırıldılar."

"Önce Margharita yakıldı, ardından Dolcino."

Adso altüst oluyor, Toscana'ya gelişinden sonra tanık olduğu bir sahneyi anımsayınca bunun nedenini anlıyor:

"Fraticello'lardan söz edildiğini ilk kez, onlardan birinin Floransa'da yakıldığını gördüğüm dünlerde işitmiştim. Pisa'da William Birader'le buluşmadan az önceydi. Kente gelişini geciktirmişti; babam da, güzel kiliselerinin övgüsünü duyduğum Floransa'yı ziyaret etmeme izin vermişti."

"Michele adındaki bu rahibin aslında, Ermiş Francesco'nun sözlerini yineleyerek tövbe ve yoksulluk üstüne vaaz veren çok dindar bir insan olduğunu, yargıçların karşısına bazı kadınların kötülüğü yüzünden çıkarıldığını söylediklerini işitiyordum."

Adso Michele'nin neye inanıyorsa ona uyacağını bağırarak söylediğini duyuyor. "İsa'nın yoksul olduğuna ve çarmıha gerildiğine, Papa XXII. Ioannes'in ise bunun tersini söylediği için sapkın olduğuna" inandığını belirtiyor. Piskoposluk sarayına gittiği zaman görebildiği ve bir bölümünü levhasına kopya edebildiği parşömenden Michele'nin günahlarının ve suçlarının bir bölümünü "okurun bilgece değerlendirebilmesi için" aktarıyor:

"Tanrı'yı gözlerinin önünde bulundurmayıp insan türünün düşmanı olarak gören, bile bile, önceden tasarlayarak ve kafası ve gönlüyle isteyerek sapkın gibi davranan, Johannes denen Michaelus Iacobus Birader, yoksul yaşam süren bu sapkın ve kuşkucu Fraticello'larla birlikte olmuş ve onlarla konuşmuş ve Katolik inancına karşı onların hiziplerini ve sapkınlıklarını izlemiş ve izlemektedir."

"Kısaca deniyordu ki adı geçen Minorit, Ermiş Aquino'lu Tommaso'nun, ne ermiş olduğunu, ne de sonsuz kurtuluşa kavuştuğunu, tersine lanetlenmiş olarak kaldığını söylemiş." (85)

İdam günü gelip çatınca Michele'ye "kutsal ana kilisenin görüşünü kabul etmek varken niçin direndiği" soruluyor. Michele katılığını koruyor, "Çarmıha gerilen yoksul İsa'ya inanıyorum ben" diyor. Adso ona gösterilen tepkinin şiddetine bir anlam veremiyor:

"Kilise mensuplarının ve laik kesimden kimselerin, yoksulluk içinde yaşamak isteyen ve İsa'nın dünya malına sahip olmadığını öne sürenlere karşı niçin bu denli sert davrandıklarını anlamıyordum."

Adso'nun yanında duran biri, yoksul bir yaşam süren bir rahibin halka kötü örnek olduğunu, sonra böyle davranmayan rahiplere halkın değer vermeyeceğini, rahiplerin yoksul bir yaşam sürmelerini istemenin insanı İmparator yanlısı kıldığını, bununsa Papa'nın hoşuna gitmediğini söylüyor.

Adso, yine de rahip Michele'nin İmparator'u hoşnut kılmak ya da tarikatlar arasındaki bir sorunu çözmek için neden böyle korkunç biçimde ölmek istediğini anlayamıyor. Çevredekilerin bazılarının sözleri de yanındakinin açıklamasını destekliyor:

"O ermiş değil, yurttaşlar arasında uyuşmazlık çıkarsın diye Ludwig tarafından gönderilmiş; hem Fraticello'lar Toscana'lı, ama arkalarında İmparator'un adamları var." (86)

Adso labirentte ve kitaplarda geziyor, "De te fabula narratur" diyor, "Senin hakkında öykü anlatılıyor". Başka bir kitap açıyor, 'mulier amicta sole' sayfasına rastlıyor, 'güneşe bürünmüş kadın', minyatürdeki kadının çizgilerini, yüzünü göğsünü yuvarlak kalçalarını, Uberto'yla birlikte gördükleri Bakire Meryem yontusuyla karşılaştırıyor, iki imge çakışıyor. Sonra Adso ayışında bir kadın görüyor. Esriklik ve uyarılmışlık onu yönlendiriyor. "Gerçek bölünmez bir bütündür" diyerek gördüklerini ve yaşadıklarını anlatıyor.

"Evet, bir kadındı bu. Daha çok bir genç kız. O zamana dek (Tanrı'ya şükür, o zamandan beri de), o cinsten yaratıklarla çok az yakınlığı olduğundan kaç yaşlarında olduğunu tahmin edemiyor. İnsan gerçeğinin onda bıraktığı izlenime, küçük bir kış kuşu gibi titreyen kızın ona valde bona, çok iyi görünmesine şaşıyor. Kız Adso'nun Latincesini anlamıyor, Adso'ya "Ne gençsin, ne güzelsin..." gibi bir şeyler söylüyor. Kızın konuştuğu halk ağzını Adso çok az bilse de anlıyor. Sonra kız giysisinin önünü kapatan bağcıkları çözüyor. Adso onun göğüslerini iki geyiğe, zambakların arasında otlayan ikiz karıncalara benzetiyor. Kendini onun bedeninin üstünde buluyor, kız onu ağzından öpüyor, aşk oyunları için "şaraptan daha lezzetli" diyor, "yüzün büyüleyici" diyor, "beni aşktan çılgına döndürdün" diyor, memelerini üzüm salkımlarına benzetiyor. (87) Gülün Adı, Sayfa 343-350

Adso çok sonraları, titreyen eliyle bu yaşadıklarını yazarken, Fraticello Michele'nin şehit bedenini yakan ateşi betimlerken kullandığı sözcükleri kullanıyor. Farklı olguları benzer adlarla niteleyen gizemli bir us olduğunu, böylece kutsal nesnelerin de dünyasal terimlerle adlandırıldığını, aynı simgeler kullanılarak Tanrı'ya aslan ya da kaplan denebildiğini söylüyor. "Ateş ve uçurum sevgisi Tanrı sevgisinin üstü kapalı benzetimiyse, ölüm sevgisinin ve günah sevgisinin de benzetimi olabilir mi?" diye soruyor. "Evet, olabilir; tıpkı aslan ve yılanın aynı zamanda hem İsa'nın hem de Şeytan'ın benzetimleri olması gibi" diyor. "Sevginin kılıcıyla açılmış bir yaradır, dünyada bundan daha tatlı, aynı zamanda bundan daha korkunç bir şey yoktur" diyor. Ona gençlliğindeki her şeyin iyi ve güzel olduğunu duyumsatanın ilerlemiş yaşı olduğunu söylüyor.

William Adso'yu hoşgörüyle dinliyor ama bitirince yüzü asılıyor, zina etmeyesin buyruğuna karşı günah işlediğini belirtiyor.

"Kadının nasıl bir kışkırtma kaynağı olduğu konusunda İncil'de yeterince söz söylenmiştir. Eski Ahit, kadınlara ilişkin olarak der ki, kadının konuşması ateş gibidir; atasözleri de kadının, erkeğin ruhuna egemen olduğunu, en güçlüleri bile yıkıma uğratabileceğini söyler."

Ama Tanrı'nın böyle kötü bir varlığı ona bazı erdemler bağışlamaksızın yaratmış olabileceğine kendimi inandıramıyorum" diye ekliyor.

Olaylar ve gerilimse kesilmiyor. William ve Adso hastanenin yanındaki hamama giderek ceset arıyorlar. (88)

Bulduklarında üçüncü gün bitiyor.

....


DÖRDÜNCÜ GÜN başlarken Severinus "Boğularak ölmüş" diyor. "Ama başka biriyle boğuşmamış" yorumunu yapıyor William. Adso "Yanıtı bulduk" dediği anda William onun tasımlara çok fazla güvendiğini söylüyor. Her zaman mantığın evrensel bir silah olduğuna inanmış olan Adso, bu kez mantığın geçerliliğinin onun nasıl kullanıldığına bağlı olduğunun bilincine varıyor. William Severinus'tan ölünün diline bakmasını istiyor, sonra akıl yürütüyor, ölenlerin kendi istekleriyle yaptıkları, dalgınlık ya da düşüncesizlikten ileri gelemyen bir eylem sonucu ne yaptıklarını bilerek ağızlarına bir şey yakalayıp attıklarını söylüyor. Bir yiyecek, bir içki, bir çalgı örnekleri veriliyor. (89) Zehiri bilen üçüncü bir kişiden, şifalı otlarla ilgili Severinus'un aradığı bir kitaptan, konuyu Malachi ve Berengar'ın bildiğinden söz ediliyor. (90)

William konuştuğu kişileri şaşırtıyor, Salvatore'ye birden "Remigio'yu ne zaman tanıdın, Dolcino'nun yanına girmeden önce mi, sonra mı?" diye soruyor. Salvatore kilerciyi ele veriyor, birlikte Casale manastırına girdiklerini söylüyor. William sorguluyor, köy sakinlerinin ne kadarının manastır tahsisatıyla geçindiğini, topraklarının alanlarının ne kadar olduğunu öğrenmek istiyor. Trabucco kare, kadem kare, Piemonte mili gibi ölçüler geçiyor. William kitaplıkta Romanslı Humbert'in kadınlara vaazları üstüne düşündüğünü söyleyerek orada "bunlar yoksulluklarından ötürü tensel günah işlemeye öteki kadınlardan daha yatkındırlar" dendiğini söylüyor. Sonra Berengar'ın kendi cinsinden kimslere karşı tensel isteklere kapılmasından söz ediliyor. Remigio Salvatore'nin mutfakta suçüstü yakalanmış olmasının ve William'ın çok fazla şey biliyor olmasının etkisiyle açık davranmak zorunda kalıyor. Konuyu başkaldırı ve ihanete getirek "Başkaldırı ya da ihanet, bizim gibi basit insanların çok az seçim hakkı vardır" diyor. Willian "Bazen basit insanlar olayları okumuşlardan daha iyi anlarlar" diye yanıtlıyor. (91) "Venantius'u kim öldürdü?" diye sorarak Remigio'yu sıkıştırıyor. Venantius'un dilinin de Berengar'ınki gibi kara olması gerektiği söyleniyor. (92)

Adso dördüncü günün sabahını anlatırken "günah çıkarmanın sağladığı ondurucu arınmanın" amacından söz ediyor. Kendisi için "onyıllarca zihnimde konuşup durmuş olmasına karşın bugüne değin hiçbir zaman yazılmamış bir metnin yaşlı yazıcısı olan ben", dünya için "Tanrı'nun parmağıyla yazılmış bir kitap" diyor. "Sıradan bir gül bile yeryüzündeki yolumuzu aydınlatan bir parıltıya dönüşür." (93)

Adso'nun yaşama bakışı, düşünceleri ve duyguları arasındaki çelişkiyle sarsılıyor, doğayı ve ilişkilerini inceliyor.

"Şimdi anlıyorum ki, istemin buyruğunun kendini göstermesi gereken duygusal açlıkla insan tutkularının öznesi olan duygusal açlık arasındaki çelişkiden ötürü acı çekiyormuşum."

"O sabah kızdan hiçbir şey istemiyordum, yalnızca onun iyiliğini istiyordum ve onun, bir parça yiyecek karşılığında kendini vermeye iten acımasız zorunluluktan kurtulup mutlu olmasını diliyordum."

"Onu kıskanıyordum, ama Paulus'un Korentliler'de kınadığı kötü kıskançlık değildi bu. Dionysius'un Kutsal Adlar'da sözünü ettiği kıskançlıktı."

"Kız, doğada ve çevremdeki insanların yaptıkları işlerde görünüyordu bana."

"Kuzuyu gördüm; adı sanki arılığının ve iyiliğinin simgesi olarak verilmişti ona. Gerçekten de agnus adı, bu hayvanın agnoscit oluşundan, annesini tanımasından, koskoca sürü içinde onun sesini ayırdetmesinden, annenin de biçimleri, melemeleri aynı olan onca kuzu arasından yalnızca kendi yavrusunu tanıyıp onu beslemesinden geliyordu." (Çevirmenin notu: agnus: koyun; agnoscit: bilen, tanıyan; Latince.)

"Öküzlerin yanısıra o sırada ahırdan danalar ve tosunlar da çıkıyordu; bunlar adlarını viriditas ya da virgo'dan alırlar; çünkü o yaşta henüz körpe, genç ve erdendirler." (Çevirmenin notu: viriditas: Yeşillik, körpelik, tazelik; virgo: Kız, genç kız; Latince.)

"Dünyanın iyi ve sevilesi olduğunu söyledim kendi kendime. Tanrı'nın iyiliği, Honorius Augustodiensis'in açıkladığı gibi, en korkunç hayvanlar aracılığıyla bile kendini gösteriyordu." (94)

Adso, iki saat önce ayrıldıkları yere geldiğinde, elinde Venantius'un parşömeni olan William hoşnut görünüyor. Yunanca metindeki yazı zehirden söz ediyor:

"Arıtıcı korkunç zehir... Düşmanı yok etmek için en iyi silah..."

William, yazılanların Venantius'un kitabı okurken aldığı notlar olduğu sonucuna varıyor.

"Venantius tarafından yazılmış olduklarına kuşku yok. Sen de görüyorsun; eski bir parşömen değil bu."

Katilin yapısını ancak o kitabın yapısından çıkarabileceklerini söylüyor:

"Bir avuç altın için adam öldüren birisi açgözlü bir insandır; kitap için öldürense, o kitabın gizlerini kendine saklama kaygısındadır."

Adso "birkaç satırdan hangi kitap olduğunu" anlayıp anlayamayacağını sorunca yazılanların "anlamı sözcükleri aşan kutsal bir metnin sözlerine" benzediğini, düşünmesi ve okuması gerektiğini söyleyince Adso soruyor.

"
Bir kitabın ne dediğini anlamak için başka kitaplar mı okumanız gerekir?"

William kitapların çoğu kez başka kitaplardan söz ettiğini söylüyor:

"Alberto'yu okurken, Thomas'ın ne söylediğini anlayamaz mısın? Ya da Thomas'ı okurken İbni Rüşt'ün ne söylemiş olacağını?" (95)

Severinus domuz çobanlarıyla domalan toplamak için dağın yamaçlarından vadiye ineceklerini söylüyor. Henüz Benedikten ülkelerinin bu tipik yeraltı yemişini henüz görmemiş olan Adso'ya domalanın ne olduğunu ve değişik biçimlerde pişirildiğinde ne kadar lezzetli olduğunu anlatıyor. Adso da amacın biraz da üzücü olaylardan uzaklaşmak olduğunu anlayarak onlara katılıyor. (96)

William ve Ubertino ile Minoritler uzun uzun konuşuyorlar. Adso Michele'nin Fransisken tarikatına ateşli bir tutkuyla bağlı olduğunu, Papa Ioannes'in Michele'nin Avignon'a gitmesini istediğini söylüyor. Konuşmalar, suçlamalar, yagılamalar konuşuluyor. Papa İoannes'ten söz ederken Ubertino "Seçildiği sırada neler olduğunu herkes bilir" deyince New Castle'lı Hugh adında biri "Ona seçim denmez, tepeden inme denir" diyor.

"Yüzyıllardır papalık tahtına ondan daha açgözlü bir adamın çıkmadığını unutmamamalısın; dostumuz Ubertino'nun bir zamanlar şimşekler yağdırdığı Babil orospuları, Alighieri'li ozan gibi, senin ülkenin ozanlarının da sözünü ettikleri yozlaşmış papalar onun yanında uysal kuzular gibi ve aklı başında kalır."

"Ioannes, Bertrand'ın Carpentras yağması sırasında bir buçuk milyonu aşkın altın florine el koyduğunu bilmezlikten geldi."

Michele Ioannes'in pek de kurnaz sayılmayacağını söyleyince Ubertino bunun bir ilk olduğunu, İoannes'in para toplamakta şeytanca bir yetenek gösterdiğini söylüyor:

"O, bir kral Midas'tır, neye dokunsa altın olup Avignon hazinesine akar."

"Kendine yaptırdığı sarayı göreceksin, bir zamanlar yalnızca Bizans İmparatoru'nun ya da Büyük Tatar Hanı'nın sahip olduğu söylenen zenginlikte bir saray."

"Yoksulluk ülküsüne karşı oncA bildiriyi niçin çıkardığını şimdi anlıyorsun, değil mi? Tarikatımızdan nefret eden Dominikenleri, başında krallık tacı, sırtında altın yaldızlı mor binişi, ayaklarında görkemli sandaletler olan İsa heykelleri yapmaya zorladığını biliyor musun?"

William İoannes'in papalık tacına üçüncü bir taç daha ekleyince Ubertino tinsel, dünyasal ve kilise erklerini simgeleyen taçları açıklıyor:

"Bininci yılın başında Papa Hildebrandi üstünde Tanrı'nın Eliyle Hükümdarlık Tacı yazılı bir tac edinmişti. Bonifacio rezili, son zamanlarda, üstünde Petros'un Eliyle İmparatorluk Tacı yazılı bir taç daha eklemişti ona; İoannes de simgeyi tamamlamaktan başka bir şey yapmadı: üç taç, tinsel erk, dünyasal erk ve kilise erki. Pers krallarına yaraşır bir simge, bir putatapan simgesi."

Tartışmaya ağzı dolu konuşarak bir rahip, Monsenyör Jerome katılıyor:

"Bu rezil, dindar insanların günahlarını sömürerek onlardan daha çok para sızdırmak içi, Tövbekarlıkla İlgili Kutsal Vergiler'e ilişkin bir yasa çıkardı. Bir din adamı, bir rahibeyle, bir yakınıyla ya da hatta sıradan bir kadınla tensel bir günah işlerse, ancak altmış yedi altın lira, on iki para ödeyerek günahını bağışlatabilecekti. Hayvanlarla cinsel ilişkide bulunursa ödeyeceği para iki yüz lirayı aşıyordu; ama bu suçu kadınlarla değil, yalnızca oğlan çocuklar ya da hayvanlarla işlemişse para cezasının yüz lirası indirilecekti. Öte yandan, bir rahibe de, ister aynı zamanda, ister başka başka zamanlarda, manastırın dışında ya da içinde kendini birden çok erkeğe vermişse ve suçundan arınmak istiyorsa, yüz otuz bir altın lira on beş para ödeyecekti."

Ubertino Papa'yı hiç sevmediğini hatırlatıyor, ancak böyle bir yasa görmediğini, bunun bir iftira olduğunu söylüyor.

Michele kendilerinin de yanlışları olduğunu, dürüst olmaya çalışmaları gerektiğini söylüyor:

"Bizimkilerin de aşırılıklara kaçtıklarını biliyoruz. Fransiskenlerin Dominiken manastırlarına silahlı saldırıya giriştiklerine ve yoksulluğa zorlamak için düşman rahipleri soyduklarına ilişkin haberler aldım. Provence olayları sırasında Ioannes'e karşı çıkma yürekliliğini bulamayışımın nedeni bu. Onunla bir uzlaşmaya varmak istiyorum; onurunu kırmayacağım, ondan yalnızca bizim alçakgönüllülüğümüzü aşağılamamasını isteyeceğim. Paradan söz etmeyeceğim, yalnız Kutsal Kitap'ın sağlıklı bir yorumu konusunda anlaşmaya varmamızı isteyeceğim ondan. Yarın elçileriyle yapmamız gerken bu."

Ubertino Michele'ye Ioannes'in tanrıbilim konusundaki çılgınlıklarını bilmediğini söyleyerek karşı çıkıyor:

"Sen onun tanrıbilim konusundaki çılgınlıklarını biliyorsun daha. Her şeyi kendisi karara bağlamak istiyor o; ister gökyüzünde, ister yeryüzünde olsun."

William destekliyor:

"Gökyüzü için de yeryüzü için de karar veren kimsenin gerçekte kendisi olmasını istiyor."

Minoritler ertesi gün nasıl bir tavır takınacakları konusunda görüş birliğine varıyorlar. Ama William Avignon'luların olumlu bir sonuç almak için geldiklerine inanmadığını söyleyerek Michele'yi uyarıyor:

"Ioannes senin Avignon'a yalnız başına gitmeni istiyor, hem de hiçbir güvencesiz." (97)

İkindi Poggeto Kardinali Bernardo Gui ve Avignon'lu diğerlerinin gelişine sahne oluyor. Başka yerlerde Bernardo Guidoni ya da Bernardo Guido da dendiği belirtilen Gui, yetmiş yaşlarında, ince yapılı ama dik gövdeli bir Dominiken olarak tanıtılıyor. Bernardo Gui William'ın bir zamanlar kendisine daha yakın olduğunu, iyilik ve kötülük güçlerinin karşı karşıya geldiği savaş alanında yanında savaştığını söylüyor. William dingin bir sesle onaylayarak darbeyi vuruyor:

"Doğru, ama sonra öteki tarafa geçtim."

Adso daha sonra mutfakta Bernardo Gui'yi görüyor. Her sorgucunun çok önemli bir silahtan, korkudan yararlandığını,sorgulanan insanların kendilerinden kuşkulanıldığı korkusuyla başkalarından kuşkulanılmasına yarayabilecek sözler söylediğini anlıyor.

Heyet için hazırlanan akşam yemeği ayrıntılarıyla anlatılıyor. Yörenin şarabıyla pişirilmiş sebzeli güvercin ve tavşanlı domuz yavrusunun yanında pek çok yiyecek ve içecek, ermiş tatlıları, bitki likörleri ve şaraplar var. Adso Salvatore'nin koltuğunun altındaki çıkının içindekini sorunca bir şahmaran olduğunu öğreniyor. Salvatore "Şahmarandan sakın! Yılanların kralıdır bu; içi öylesine zehirle doludur ki, dışı pırıl pırıldır. Zehir, kokusu bile adamı öldürür." Sonra Adso, köylü kızla sevişemediği için üzülen Salvatore'nin kadınları sevdaya düşüren çok güçlü bir büyü yapmaya çalıştığını anlıyor. (99)

William ve Adso'nun kitaplığa yaptıkları ziyaret saatler sürüyor. Adso her kitabın William için "bilinmeyen bir ülkede rastladığı bir masal hayvanı gibi" olduğunu söylüyor. Kitapları gördükçe, okudukça heyecanlanıyor. Tolulouse'lu Vergilius'un Epitomae'sini görünce onun retorikçi olduğunu söylüyor. Adso okuyor:

"Burada diyor ki, sanatlar, şiir, retorik, dilbilgisi, güzel konuşma, mantık ve geometridir."

William zor zamanlarda dilbilimcilerin dünyanın kötülüğünü unutmak için çapraşık sorunlarla uğraştıklarını söylüyor:

"İşittiğime göre, o dönemde Gabundus ve Terentius adlı retorikçiler tam on beş gün on beş gece ego sözcüğünün hitap biçimi üstüne tartışmışlar; sonunda silaha sarılmışlar."

"Benim adalarım" diyerek Adso'nun İrlanda'nın rahiplerine sert davranmamasını, Avrupa'nın geri kalanı bir yıkıntıyken manastırın ve Kutsal Roma İmparatorluğu'nun kalabilmesini onlara borçlu olduklarını, o dönemlerde Latince "Baba ve oğul adına" yerine "Baba ve kız adına" dendiği için Galya'da bazı papazların yaptığı vaftizlerin tümünün geçersiz sayıldığını anlatıyor.

William ve Adso kitaplığın düzenini anlamaya çalışıyorlar. Adso soruyor, William yanıtlıyor:

"Yani kitaplığın planı dünya haritasını mı gösteriyor?"

"Olabilir. Kitaplar da geldikleri ülkelere ya da yazarlarının doğdukları ya da bu durumda olduğu gibi, doğmuş olmaları gereken yere göre düzenlenmiş. Kütüphaneciler kendi kendilerine, dilbilimci Vergilius'un yanlışlıkla Toulouse'da doğduğunu, onun batı adalarında doğmuş olması gerektiğini söylemişler. Doğanın yanlışını düzeltmişler."

Dolapları karıştırdıkça kitaplar çıkıyor. Adso İbni Sina'nın Canone'sinden sonra bilmediği çok güzel bir yazıyla yazılmış bir elyazması buluyor. William yorumluyor:

"Süslemelerine bakılırsa bir Kuran olmalı, ama ne yazık ki Arapça bilmiyorum."

"Kuran mı, inançsızların kutsal kitabı, sapık bir kitap..."

"Bizimkinden değişik bir bilgi içeren bir kitap."

Kitapları incelemeyi sürdürüyorlar. William "Kitaplar inanmak için değil, araştırmak için yazılır" diyor:

"Fikir nesnelerin imidir; imge fikrin imi, yani imin imidir."

"Gerçek bilim, imlerden başka bir şey olmayan kavramlarla yetinmemeli, nesneleri kendine özgü gerçekleri içinde ortaya çıkarmalıdır."

Kitaplığın bulunduğu kulede yedigen bir oda olması gerektiğini biliyor, ama bulamıyorlar. William "Olmaması olanaksız" diyor:

"Yedigen oda var, ama ulaşılamaz."

"Duvarlarla mı çevrili?"

"Belki de. Ve işte finis Africae, işte, şimdi ölmüş olan o meraklıların çevresinde dolaştığı yer."

William odaya giden bir geçit olduğunu, Venantius'un bu geçidi bulduğunu ya da Adelmo'dan öğrendiğini, Adelmo'nun da Berengar'dan öğrendiğini söylüyor. (100)

Kitaplıkta Adso bir odaya giriyor, kitaplığın yasalarını koyanların bilgi ve sağduyusuyla, okunmak için kimseye verilemeyecek kitapların bir duvar boyunca toplandığının ayrımına varıyor. Bologna'lı Maximus tarafından yazılmış Aşk Aynası başlıklı bir kitap görüyor. İçinde birçok başka kitaptan alıntılar bulunan kitabın adı bile Adso'yun etkiliyor. Sözlerinden alıntılar verilen yazarların tam da onu örnek almış olduklarını düşünüyor. İbn-Hazm'ın sayfalarındaki "sağaltımı kendi içinde olan, başkaldıran bir hastalık", Ancira'lı Basilio'nun söylediği "aşkın insanın içine gözlerinde girdiği" sözlerini aktarıyor. İbni Sina aşkı, insanın karşı cinsten birinin yüz çizgilerini, el kol devinimlerini ve davranışlarını durup durup düşünmekten doğan sürekli bir hüzün düşüncesi olarak tanımlıyor, bir insanın sevdalı olup olmadığını anlamak için daha önce Galen'in önerdiği bir yöntemi öneriyor, hastanın bileğini tutup karşı cinsten adların sayılarak hangisinin kalp atışlarını hızlandıracağının bulunmasını istiyordu. Adso soruyordu. Berengar, ölmüş Adelmo için duyduğu sevda hastalığından mı kurtulmak istemişti? İnsan kendi cinsinden birine tutulabilir miydi? Adso başka bir bilgiye ulaşıyor. Villanova'lı Arnoldo'nun sevda hastalığının aşırı nem ve sıcaklık içinde aşırı miktarda sıvı ve havadan doğduğunu öne sürüyor.

Adso rahiple kız sürüklenip götürülürken birinin suskun olduğunu, diğerinin mezbahaya götürülen bir hayvan gibi böğürdüğünü söylüyor. "Efendimizin, bilginin ve erkin evrensel diliyle kendilerini dile getirme yeteneği bağışlamadığı basit insanların kaba sözcüklerinin böyle olduğunu söylüyor. Ubertino Adso'ya öğüt ve yaşam dersi veriyor.

"Eğer ona bakıyor ve istek duyuyorsan, bu bile yeter onun büyücü olmasına."

"Bedenin güzelliği deriyle sınırlıdır."

"Bütün bu güzellik, balgam, kan, sıvı ve safradan oluşur."

"O gübreyle dolu çuvalı nasıl kucaklamak isteyebiliriz?"

Adso'nun içinden kusmak geliyor. William Ubertino'yu "Yeter artık, az sonra o kıza işkence yapılacak, sonra da yakılacak" diyerek susturuyor. (102)

....


BEŞİNCİ GÜN İsa'nın yoksulluğu kardeşçe tartışılıyor.

Bernardo, toplantı salonunun eşiğinde, elinin bir devinimiyle yakında duran okçuların başını çağırıp bir şeyler fısıldıyor. Sonra içeri giriyor. Adso da peşinden gidiyor. Eski biçimde yapılmış olağanüstü güzel kapıyı, alınlığın üzerindeki tahtta oturmuş İsa ve dünyanın dört yanına gidip İncil'i yayma görevini almış on iki havari yontularını görüyor. İsa'nın başının üstünde ve ayaklarının altında da, bir heykelcikler dizisi içinde, iyi haberi almaya yazgılı dünya halkları yansıtılıyor. Adso giysilerinden İbranileri, Kapadokyalıları, Arapları, Hintlileri, Frigyalıları, Bizanslıları, Ermenileri, İskitleri, Romalıları tanıyor. Ama yukarıda bir kemer oluşturan otuz yuvarlak içinde, ayrıca yalnızca Physiologus'un ve gezginlerin değindiği bilinmeyen dünyalarda yaşayan dünyalarda yaşayanların da bulunduğunu görüyor. Kapının üstündeki yontuların tedirginlik uyandırmadığını, çünkü yeryüzünün kötülüklerini ya da cehennemin işkencelerini simgelemek için yapılmadıklarını, iyi haberin tüm bilinen dünyaya ulaştığının ve bilinmeyen dünyaya yayılmakta olduğu gerçeğinin kanıtları olduğunu söylüyor. İçeride iki heyetin tüm üyeleri yarım daire biçiminde konmuş bir dizi sırada karşı karşıya oturuyorlar. İki heyeti birbirinden Başrahip'le Bernardo'nun oturduğu bir masa ayırıyor.

Oturumu açan Başrahip Abbone fırsattan yararlanarak son olayları özetliyor. 1322 yılında Cesena'lı Michele başkanlığında toplanan Minoritler Genel Kurulu'nun İsa'nın kusursuz bir yaşam örneği vermek, havarilerinin de onun öğretisine uymak için, ister mal varlığı ister erk olsun, ortaklaşa hiçbir şeye sahip olmadıklarını, bu gerçeğin kutsal kitapların çeşitli bölümlerinde ve Katolik inanç ve öğretisinin özünde bulunduğunu belirtiyor. (103)

Kardinal Bertrando bir ara incelikle Abbone'nin sözünü keserek Bavyeralı Ludwig'in 1324'te işleri karıştırmak ve papalığa sorun çıkarmak için Sachsenhausen bildirisiyle işe karıştığını söylüyor. Michele'nin sonunda Papa'ya ne söyleyeceğini tartmanın daha iyi olacağını, herkesin amacının işleri alevlendirmek değil, sevecen bir babayla oğulları arasında var olması için hiçbir neden olmayan ve Kutsal Ana Kilise'yle hiçbir ilişkileri olmayan çağımızın laik insanlarının karışmasıyla körüklenmiş olan bir anlaşmazlığı kardeşçe çözmek olduğunu belirtiyor. (104)

Ubertino iki tür sahip olma biçiminin sözünü ediyor. Birinin laik ve dünyasal olduğunu, imparatorluk yasalarının bunu "in bonis nostris" (mallarımız) olarak tanımladığını söylüyor. Göksel haktan ve yersel haktan söz ediyor. Dünyasal şeylere kardeşçe de sahip olunabileceğini, İsa ve öğrencilerinin doğal hakkına bazılarının "jus poli" dediğini belirtiyor. İnsanların arasındaki anlaşmadan doğan hakları ise "ius fori" olarak adlandırıyor:

"İlk günahtan sonra atalarımız nesnelerin iyeliğini bölüşmeye başladılar; böylece şimdi bildiğimiz anlamda sahiplikler başladı. Ama İsa ve Havariler nesnelere birinci anlamda sahiptiler; yalnızca giysileri, ekmek ve balıkları vardı."

Karşı taraftan Jean d'Anneaux ise Ubertino'nun tutumunu akla ve Kutsal Betik'e aykırı bulduğunu söylüyor:

"Ekmek ve balık gibi kullanılarak tüketilen mallarda, basit bir kullanım hakkı ya da doğrudan kullanımdan söz edilemez; yalnızca tüketimden söz edilebilir." (105)

Tartışma akan kanlardan, tarikatların dindar kişilerince ödenen borçlarla sürüyor. Sözlerine "Kardinal hazretlerine saygım sonsuzdur" diye başlayan Jerome bağırıyor:

"Ama hiçbir Domminiken kafirlerle savaşırken ölmemiştir; oysa yalnızca benim zamanımda dokuz Minorit şehit edildi."

Konuya katılanlar oluyor, Jerome ermiş pederlerin öğretisini daha yakından bilen Doğulularla Yunanlıların İsa'nın yoksulluğuna kesinlikle inandığını söylüyor. Alborea Piskoposu'yla tartışıyorlar.

"Alborea Piskoposu, yüzü mosmor, Jerome denen bu rahibin belki ancak on beş yıl Yunanistan'da kaldığını, oysa kendisinin çocukluğundan beri orada bulunduğunu söyledi. Jerome, Dominiken Alborea'nın Yunanistan'da bulunmuş olabileceğini, ama piskoposların güzel saraylarında lüks bir yaşam sürdüğünü, oysa bir Fransisken olan kendisinin orada on beş değil yirmi iki yıl kaldığını ve Konstantinopolis'te İmparator'un huzurunda vaaz verdiğini söyleyerek yanıtladı onu."

"Minoritler ve Dominikenler birbirlerine çok ağır şeyler söylediler; sanki her biri Araplara karşı savaşan bir Hıristiyanmış gibi. Yerlerinde kalanlar, yalnızcai bir yanda William, öte yanda Bernardo Gui'ydi. William üzgün, Bernardo ise neşeli görünüyordu."

Adso sorunca Wİlliam her iki savın da doğrulanabileceğini söyleyip açıklıyor:

"Gene de hiçbir zaman İncil'e dayanarak İsa'nın giydiği, sonra da eskiyince belki de kaldırıp attığı gömleği malı sayıp saymadığını, sayıyorsa ne dereceye kadar saydığını kanıtlayamazsın. Hem ona bakarsan, Aquino'lu Tomaso'nun mal varlığı öğretisi biz Minoritlerinkinden daha da gözüpektir." (106)

Sabah Severinus William'la konuşmak istiyor. Adso Alessandria'lı Aymaro'yu, "evrenin aptallığına acıma duyduğunu belirten alaycı bir gülüşle" karşıladığını söyleyerek betimliyor, sözlerini aktarıyor:

"Dilenci tarikatları çıkalı Hıristiyanlık kesinlikle daha erdemli oldu."

William kaygılı Severinus'la konuşuyor. Severinus sesini alçaltarak laboratuvarda öteki kitapların arasına karışmış tuhaf bir kitap bulduğunu söylüyor. Konuşurlarken Jorge yanlarında beliriyor. Adso yorumluyor:

"Normal bir insan Severinus'un fısıltısını duyamazdı; ama Jorge'nin kulağının bütün körlerde olduğu gibi çok keskin olduğunu bir süredir biliyorduk." (107)

Tartışmalar büyüdükçe öfke dalgaları yükseliyor, sonra karışıklık yatışmaya başlıyor.

"İki tarafın temsilcileri birbirlerine barış öpücüğü vermeye başlamışlardı bile. Alborea Minoritlerin inancını övüyor, Jerome Havariler'in iyilikseverliğini göklere çıkarıyor,herkes artık için için kaynamayan bir kilise umudunu dile getiriyordu. Kimileri bir grubun gücünü, kimileri başka bir grubun ılımlılığını övüyor, tümü de adalet istiyor ve sağduyu salık veriyordu."

Poggetto'lu Bertando, William'ı, imparatorluk tanrıbilimcilerinin tezlerini dile getirmeye çağırıyor, Adso William'ın "Yaratılış'ın daha henüz papazlardan ve krallardan sözedilmeyen sayfalarından başlayarak, Tanrı'nın, oğullarının soyunu yaratırken gösterdiği sonsuz iyiliğin, onların tümünü de ayrım gözetmeksizin sevmesinin ışığı altında" söylediklerini aktarıyor:

"Halk deyimiyle tüm yurttaşları anlamanın yerinde olacağını, ancak yurttaşlar arasında çocukları, aptalları ve kötü yaşam sürenleri ve kadınları da saymak gerektiğinden, halkın, iyi yurttaşları oluşturan kişiler olarak, uygun bir tanımına varılabileceğini söyledi, bununla birlikte bu bölüme kimlerin gireceğini o an için açıklamayı uygun bulmadı."
"Madem ki tek bir kişinin yasaları kötü yapma olasılığı vardır, birçok insanın yapması daha iyi olmayacak mıdır? Doğal olarak, laik işleri düzenleyen dünyasal yasalardan söz ettiğini vurguladı."

"Tanrı Adem!e iyilik ve kötülük ağacından meyve yememesini söylemişti; bu kutsal yasaydı, ama sonra ona nesnelere ad koyma yetisi vermiş, hatta onu yüreklendirmiş ve yeryüzündeki uyruğunu bu konuda özgür bırakmıştı."

William bazılarının "Adlar nesnelerin sonucudur" dediğini söyleyerek anlatıyor:

"Yaratılış kitabı bu noktada çok açıktır. Tanrı onlara ne ad vereceğini görmek için tüm hayvanları Adem'in yanına getirdi ve Adem her canlı yaratığı nasıl çağırdıysa onun adı o oldu." (108)

Açıklamaya çalışıyor:

"Eğer Papa, piskoposlar ve papazlar, prensin dünyasal ve zorlayıcı erkine bağlı olmasalardı, prensin yetkesi yadsınmış olurdu; onunla birlikte, daha önce belirtildiği gibi, Tanrı buyruğu olan bir düzen de yadsınmış olurdu."

"Eğer İsa, din adamlarının zorlayıcı gücü elde etmelerini istemiş olsaydı, Musa'nın eski yasasıyla yaptığı gibi kesin ilkeler koyardı. Bunu yapmadı." (109)

Bernardo Gui sonunda söze karışıyor:

"Düşüncelerini böylece ustaca ve güzel bir dille açıklayan William Birader onları Papa'nın yargısına sunarsa çok memnun olurum."

Gelen bir haber üzerine Wİlliam Severinus'un başına bir iş geldiğini düşünüyor. Laboratuvara gittiklerinde acıklı bir görünümle karşılaşıyorlar. Dört bir yana saçılmış rafların, kavanozların, şişelerin, kitapların, belgelerin yanında; bir de süslü bir üçayak üstüne oturtulmuş büyük bir yerküreyle karşılaşıyorlar. (110)

William "Yunanca bir kitap arıyoruz biz" diyor. Adso'ya kızıyor, "Hayıri bu Arapça, aptal! Bacon'un hakkı varmış; bir bilginin ilk görevi yabancı dil öğrenmektir" diyor. Adso olayları çözümlemeye çalışıyor:

"Malachi hepsinden önce davranmış olabilir: Jorge bizim narteksde konuştuklarımızı işitti; kitaplıktan alınmış olan bir kitabın Severinus'ta olduğunu Malachi'ye haber vermek için yazı salonuna gitti." (111)

Bernardo Gui büyük ceviz masanın tam ortasında otururken Başrahip William'a "Sorgulamanın yasal olup olmayacağını bilmiyorum" diyor. Wİlliam "Sorgucu tüm olağan yargılama usullerinden bağışıktır" diye yanıtlıyor. Kilerci Remigio çevresine ürkmüş bir hayvan gibi bakınıyor. (112)

İçeri alınan Salvatore'nin görünüşü Adso'da acıma duygusu uyandırıyor. Geceyi gizli ve sert bir sorgulamayla geçirdiğini anlıyor. "Bernardo ona işkence yapmış" diye fısıldıyor. William "Bir sorgucu hiçbir zaman işkence yapmaz. Sanığın bedeniyle uğraşma işi her zaman laik kimselere bırakılır" diyor. Salvatore Fra Dolcino zamanında Remigio'ya Dolsiniyenlar arasında rastladığını ve Dolcino'nun Remigia'ya bazı mektuplar emanet ettiğini, Remigio'nun da bu mektupları kütüphaneci Malachi'ye verdiğini anlatıyor. (113)

Adso, Bernardo'nun ne istediğinin açık olduğunu, kurduğu tuzakla düşmanlarına öldürücü bir darbe indireceğini söylüyor:

"Öteki rahipleri kimin öldürdüğüne hiç aldırmaksızın, yalnızca Remigio'nun şu ya da bu biçimde, İmparator'un tanrıbilimcilerince ortaya atılan fikirleri paylaştığını göstermek istiyordu." (114)

Sonunda kilerci Remigio anlatıyor:

"Efendimizin kılıcıydık biz; hepinizi daha çabuk öldürebilmek için suçsuzları da öldürmek zorundaydık." (115)

Korkunç ayrıntıları da veriyor:

"Margherita'nın Dolcino'nun gözleri önünde parça parça edildiğini gördüm."

Dolcino'nun erkeklerin içine korku saldığını, kadınları zevkten bağırttığını, ama ona işkence ederlerken kendisinin de bağırdığını, ölmek istediğini, işini bitirmeleri için yalvardığını söylüyor. Salvatore'nin "İleriyi gören kimseler gibi davranmakla ne iyi ettik Remigio Birader" dediğini aktarıyor, "Bin dinim olsa, binini de yadsıyabilirdim o gün" diyor. (116)

Sonunda Bernardo "Soruşturma bitmiştir" diyerek uzun açıklamalar yapıyor:

"Sapkınlığı destekleyenleri ayırdetmek için beş gösterge vardır."

Sapkınları tutukevinde gizlice ziyaret edenler, yakalanmalarına üzülenler, haksız yere mahkum edildiklerini öne sürenler, sapkınları kovuşturanlara kötü gözle bakanlar ve sapkınların kömürleşmiş kemiklerini kutsal emanetmiş gibi saklayanlar olarak sıralayıp kendi bulduğu altıncı göstergeyi Ubertino'ya bakarak ekliyor:

"Sapkınların kendi usullerince tasımlama yapabilecekleri önermeler buldukları kitapların yazarlarını da sapkınlığın açık dostları sayıyorum."

William Bernardo'nun onları yenilgiye uğrattığını, Ioannes'in Michele'nin Avignon'a yalnız gitmesini istediğini ve toplantıda istedikleri güvenceleri alamadıklarını söylüyor. Michele gideceğini, yoksulluk ilkesi dışında her konuda uzlaşmaya hazır olduğunu belirtiyor. Ubertino "Yaşamını tehlikeye attığını biliyor musun?1 diye sorunca, "Ruhumu tehlikeye atmaktan iyidir" diyor. Daha sonra yaşananları da bilen Adso Michele'nin yaptıklarını özetliyor, kimin haklı olduğunu sorguluyor:

"Şimdi hangimiz, çoktan toprak olmuş bir kadının güzelliği uğruna savaşmış olan Achilles'in mi, Hector'un mu, Agamemnon'un mu, yoksa Priam'ın mu haklı olduğunu söyleyebiliriz?"

William Ubertino'nun artık güvende olmadığını söylüyor:

"Bernardo'yu tanıyorsam, yarın akşama kalmadan sisin de yardımıyla Ubertino öldürülecek."

Başrahiple konuşup gitmesini istiyor. Adso Ubertino'yu anlatırken çetin serüvenlerle dolu bir yaşamı olduğunu, Tanrı'nın onun kesin inancını ödüllendirmiş olmasını umduğunu söylüyor:

"Yaşlanıp kendiöi Tanrı'nın istemine daha çok bıraktıkça, öğrenmek isteyen akla ve yapmak isteyen isteme daha az değer veriyorum ve biricik kurtuluş yolu olarak inancı görüyorum,; gereğinden çok soru sormaksızın sabırla beklemeyi bilen inancı."

Sonra William'la cinayetlere dönüyorlar. William "Deliler ve çocuklar her zaman gerçeği söylerler" diyor. William "güzel, karmaşık bir düğümü çözmekten büyük bir sevinç" duyduğunu, "bu olayda Ioannes ve Ludwig arasındaki savaştan daha büyük ve daha önemli" şeylerin işin içinde olabileceğini söylüyor. Adso'ysa "Ama bu pek de erdemli olmayan rahipler arasında geçen bir hırsızlık ve öç alma öyküsü" diye karşı çıkıyor. William "Yasak bir kitap yüzünden" diye karşılık veriyor.

Benno'ya kitabın nerede olduğunu soruyor. Benno'nun kitabı Malachi'ye teslim ettiğini duyunca Adso öfkeyle konuşuyor:

"Ama Benno, dün, önceki gün sen... Siz, öğrenme ateşiyle yandığınızı, artık kitaplığın gizemler saklamamasını istediğinizi, bir araştırmacının bilmeye hakkı olduğunu söylüyordunuz bize..."

William açıklıyor:

"Benno büyük bir tutkunun kurbanı oldu. Berengar'ınkinden farklı bir tutku bu, kilercininkinden de. Birçok araştırmacı gibi onda da öğrenme tutkusu var."

"Roger Bacon'un bilgiye susamışlığı tutku değildi: Bilgisini Tanrı'nın kullarını daha mutlu etmek için kullanmak istiyordu o; bilgiyi salt bilgi olduğu için istemiyordu."

"Kösnü yalnızca etin kösnüsü değildir. Bernardo Gui kösnül bir adam, onunki erk kösnüsüyke özdeşleşen çarpıtılmış bir kösnü. Kutsal ve artık Romalı olmayan Papa'mızınki zenginlik kösnüsü."

"Benno'nun kösnüsüyse kitap kösnüsü. Onan'ınki de dahil, bütün kösnüler gibi, tohumunu toprağa döken kısır bir kösnüdür bu, sevgiyle hiçbir ilişiği yoktur. Tensel sevgiyle bile."

"Gerçek sevgi sevilenin iyiliğini ister."

"Kitabın iyiliği okunmasındandır." (117)

Akşam Başrahip kürsüye yalnızca susacağını söylemek için geliyor. Bu durumda konuşmayı kimin yapacağı yaş sırasına göre belirleniyor:

"Alinardo'dan sonra, zamanın acımasız akışının saptadığı sıraya göre Jorge geliyordu."

Jorge konuşmasına manastırı üzüntüye boğan dört ölümden söz ederek başlayıp sürdürüyor.

"Bu toplulukta bir süredir gurur yılanı çöreklenmiş bulunuyor."

"Dünyadan soyutlanmış bir manastırda erk gururu mu?"

"Varlıklı olmanın gururu mu?"

"Tanrısal bir nesne olarak bilimin özelliği, onun tam olması ve başlangıçtan beri kendi kendini açıklayan Söz'ün kusursuzluğunda tanımlanmasıdır."

"Bilimin insanlara özgü bir nesne olarak özelliği, onun peygamberlerin vaazından kilise babalarının yorumlarına değin tanımlanmış ve tamamlanmış olmasıdır. Bilimin tarihinde hiçbir gelişim, çağların hiçbir devrimi yoktur; olsa olsa sürekli ve yüce bir özetleme vardır."

"Ben varolanım, dedi Yahudiler'in Tanrısı. Ben yolum, gerçeğim ve yaşamım, dedi Efendimiz. İşte bilim, bu iki gerçeğin huşu dolu yorumundan başka bir şey değildir."

"Doğulu bir halife bir gün ünlü ve görkemli ve gururlu bir kentin kitaplığını ateşe vermiş; binlerce cilt yanarken de, onların yok olabileceklerini ve yok olmaları gerektiğini söylemiş; çünkü bu kitaplar ya çoktan var olan Kur'an'ı yineliyorlardı, bu nedenle de yararsızdılar, ya da onlar için kutsal olan bu kitapla çelişiyorlardı, bu nedenle de zararlıydılar." (118)

"Deccal günahkar yüzünü gösterecek."

"O zaman bütün krallıklar altüst olacak, ortalığı açlık ve yoksulluk kaplayacak, verim kıt olacak, kışlar olağanüstü sert geçecek."

"Suriye düşecek ve oğullarının yasını tutacak. Kilikya, onu yargılamak için çağrılan gelinceye dek başkaldıracak. Babil'in kızı, görkemli tahtından kalkıp acı şarabı içecek. Kapadokya, Likya ve Likonya boyun eğecekler; çünkü haksızlıklarının yol açtığı yozlaşma içinde tüm halklar yıkılacak."

"Ermenistan'da, Pontus'ta ve Bitinya'da gençler kılıçtan geçirilecek, kız çocukları tutsak edilecek, oğullarla kızlar yasak cinsel ilişkilere girecekler."

"Deccal Batı'yı yenik düşürecek, ticaret yollarını yakıp yıkacak; elinde kılıç ve ateş olacak; kudurmuş bir öfkeyle ortalığı kasıp kavuracak. Gücü küfür, eli ihanet olacak; sağ eli yıkım, sol eli karanlık getirecek." (119)

"Kutsal Betik'i işitmeniz için kulak verdim size; siz o kulaklarla puta tapanların sözlerini dinlediniz."

"Tanrı'yı yüceltesiniz diye ağız verdim size; siz onu ozanların yalanları, soytarıların bilmeceleri için kullandınız."

"Benim koyduğum ilkelerin ışığını göresiniz diye göz verdim size; siz onu karanlığa bakmak için kullandınız." (120)

Beşinci bölümün sonunda Adso kesin olan tek şeyin kızın yakılacağı olduğunu düşünüyor. Yaşamının biricik dünyasal aşkının adını bilmediğini, hiçbir zaman da öğrenemediğini açıklıyor. (121)

....


ALTINCI GÜN geceyarısı, bölüm girişinde verilen Malachi'nin yere yıkıldığı bilgisiyle başlıyor. William ilahiler söylenirken Adso'ya Jorge ile Tivoli'li Pacifico arasındaki boş yeri gösteriyor, Adso Malachi'nin yerinin boş olduğunu Başrahip'in gördüğünü kaygılı bakışından anlıyor.

Koro başlayınca Adso, onlarca insanın bas sesinin yarattığı etkiden, Ave Maria'nın yinelenmesinden, "yüreğim bir doruk noktasının ya da bir porrectus'un, bir torculus ya da bir sıçrayışın titreşimleriyle tatlı tatlı altüst olurken" diyerek "porrectus" ve "torculus" adlarını taşıyan iki Ortaçağ müzik işaretinden söz ediyor. Sonra Malachi'nin yerine geldiğini, William'ın ve Başrahip'in gözlerindeki rahatlamayı gördüğünü, Jorge'nin de ellerini uzatıp komşusunun bedenine değince onları hemen geri çektiğini söylüyor.

Sonra bir uyandırıcı Malachi'nin uykuya dalmış gibi tuhaf biçimde sallandığını görüyor. Oraya vardıklarında William onun siyahımsı bir renk almış dilini gösteriyor. (122)

Başrahip Benno'yla Morimondo'lu Nicola'yı yanına çağırıyor, bir günden kısa bir süre içinde manastırın kütüphaneciyle kilerciden yoksun kaldığını söylüyor. Yunanca ve Arapça bilmesi gereken yeni kütüphanecinin kim olacağı merak ediliyor. "Mutfakta bir şeyler atıştırmak için" çıktıklarında William parmaklarında kara lekelerle ölenlerin hepsinin Yunanca bildiğini vurguluyor. Altıncı ve yedinci borazandan, sırada iki kişinin daha olduğundan söz ediyor. (123)

Nicola geçmişten ve manastırdan söz ediyor:

"Bu eski bir hikaye, en az elli yıl öncesine ait. Buraya geldiğimde kütüphaneci Bobbio'lu Roberto'ydu; yaşlılar aralarında Alinardo'nun erdemlerine karşı haksızlık edildiğini fısıldaşıyorlardı."

"Roberto'nun bir yardımcısı vardı, sonra öldü; onun yerine Malachi atandı; çok gençti o zaman. Birçokları onun hiçbir erdemi olmadığını, Yunanca ve Arapça bilir geçindiğini, ama bunun doğru olmadığını,o dillerde yazılmış el yazmalarını, kopya ettiği şeyin ne olduğunu anlamadan, tıpkı becerikli bir maymun gibi güzel bir el yazısıyla kopya ettiğini söylediler."

"Birisi eski, unutulmuş bir kitabın nerede olduğunu öğrenmek istediği zaman Malachi'ye değil, Jorge'ye soruyordu. Katalogu Malachi saklıyor, kitaplığa o çıkıyordu ama her başlığın ne anlama geldiğini Jorge biliyordu."

"Jorge seksenini aşkın olmalı; kırk yıldır, belki de daha uzun zamandır kör olduğu söyleniyor."

"Castiglia'da, daha ergenlik çağında, Arapların ve Yunanlı bilginlerin kitaplarını okumuş. Kör olduktan sonra da, şimdi bile, saatlerce kitaplıkta oturuyor, kendisine katalogu okutuyor, kitaplar getiriyor; bir çömez onları saatler boyu yüksek sesle okuyor ona. Her şeyi anımsıyor, Alinardo gibi belleğini yitirmemiş." (124)

"Bu ülkede yıllardır utanç verici şeyler oluyor; manastırlarda, papalık sarayında, kiliselerde bile... Erki ele geçirmek için girişilen savaşlar, birine katedralden para koparmak için girişilen sapkınlık suçlamaları... Ne çirkin, insan soyuna güvenimi yitiriyorum; her yerde komplolar, saray entrikaları görüyorum."

"Çünkü ametist kakmalı gümüşten yapılmış, ön yüzeyi saydam olan başka bir kutuda, kutsal yerlere bir hacı olarak gidip Golgola tepesini ve kutsal mezarı kazdırarak üstünde katedral yaptırmış olan İmparator Konstantin'in annesi Kraliçe Helena'nın bu manastıra bizzat getirdiği kutsak haçın tahtadan bir parçasını gördüm."

Adso Nicola'nın gösterdiklerini anlatıyor, aralarında İbranileri besleyen Manna'nın (Mısır'dan kaçışlarında İsrailliler'e mucize gibi sağlanan besin) da bulunduğunu söylüyor. Nicola artık nesneleri açıklamazken de özgürce dolaştığını, her birinin üstünde bir etiket olduğunu belirtiyor.

William haç parçalarından başka kiliselerde de çok gördüğünü söylüyor. Ciddi bir yüzle yaptığı bir açıklaması üzerine Adso, William'ın yalnızca ciddi şeyler söylerken güldüğünü, şaka yaparkense son derece ciddi olduğunu belirtiyor. (125)

Adso Melk manastırlarında tanık olduğu ölümleri düşünüyor, rahiplerin ölmekte olan adamın hücresine girerek onu güzel sözlerle avuttuklarını anlatıyor. Sonra bir görüntü ya da bir düş görüyor. Aedificium'un mutfağında yalnız fırın tencere telaşı değil, körük ve çekiç telaşı da var.
Nicola'nın demircileri de orada toplanmış. (126)

Adso Bakire Meryem'e benzeyen kıza eşlik eden kadınların kim olduklarını anlamaya çalışıyor. Ruth, Sara, Susanna ve İncil'deki öteki kadınlar olduklarını söylüyor. Başrahip Süleyman'ın buyruğuyla sofralar kuruluyor. Kabil bir pulluğu sürüyor, İshak kilisenin altın sunağının üzerine yatıyor, Musa bir taşın üstüne bağdaş kuruyor, Yusuf kendini bir künkün üstüne atıyor. Benjamin bir çuvalın üstüne uzanıyor, Davut bir tümsekte ayakta duruyor. Yuhanna yerde, Firavun çölde, İsa kuyunun ağzında. Adelmo'nun solgun yüzü beliriyor. Yemekhane kalabalıklaşıyor, herkes yiyeceklerle geliyor, tıkabasa yiyor. Adem limon, Havva incir getiriyor. (127)

Sonra Aedificium'un tonozları açılıyor. Göten tek bir insanın yönettiği uçan bir makinenin üstünde Roger Bacon iniyor.

Sonra bir kara kedi gibi kapkara ve çok güzel olan kızın üstünde bir kara tavuk bulununca birileri ona büyücü ve sözde havari diyorlar, cezalandırmak için üstüne atılıyorlar, Habil gırtlağını kesiyor. Adem saklandığı yerden bulup çıkarıyor. Nabukadnezar ateşten eliyle göğsüne burçlar çiziyor. Nuh suya atıyor.

Yaratılışın başyapıtı olan insan bedeninin maddesel biçimi, yalnızca ölümü ve yıkımı simgeleyen tozlara ve pis kokulu parçacıklara dönüşmüş gibi oluyor. (128)

"Ama inanılmaz bir gizem, bu sahne artık korkutmuyordu beni."

"Artık ölümlü insan bedenine ilişkin her şeyi biliyordum; acılarını ve yozlaşmasını biliyordum ve artık hiçbir şeyden korkmuyordum."

"Genç kız da aralarındaydı, bütünleşmiş ve alabildiğine güzel."

"Göreceksin, eskisinden de güzel olacağım; bir dakikacık izin ver, gidip yanayım, sonra gene burada buluşuruz."

"Sonra bana üreme organını gösterdi; Tanrı beni bağışlasın, içine girdim ve kendimi çok güzel bir mağarada buldum, altın çağın mutlu vadisine benziyordu."

Adso kilisedeki cenaze şarkısı sona ererken uyanıyor:

"Merhamet et, Efendimiz İsa
Erinç bağışla onlara." (129)

Tutukluların, özellikle de kızın, hiç dönmemek üzere uzaklara götürülmesini görmeye dayanamayacağını düşünüyor.

Adso gördüğü düşü anlattığında William "Son birkaç günün kişi ve olaylarını daha önce bildiğin bir resmin içine yerleştirdin sen" diyor. Adso bir an şaşırdıktan sonra Coena Cypriani öyküsünü hatırlıyor. William açıklıyor:

"Son günlerde öyle şeyler yaşadın ki, zavallı çocuğum, tüm doğru kurallar altüst olmuş gibi görünüyor."

"Bu sabah da, uykulu zihninde, başka nedenlerle de olsa dünyanın tepetaklak olduğu bir tür güldürünün anısı canlandı."

"Bir düş bir kutsal yazıdır; birçok kutsal yazı da düşlerden başka bir şey değildir." (130)

Adso'nun gördüğü düş William'a yol gösteriyor, yazı salonuna çıkıyorlar. Geçmişe giderek kütüphanecilerin öyküsünü oluşturuyorlar:

"Nicola bize buraya yaklaşık otuz yıl önce geldiğini, Abbone'nin daha o gelmeden başrahipliğe atanmış olduğunu söyledi. Daha önce Başrahip Rimini'li Paulo'ymuş."

"Diyelim ki bu olar 1290 yıllarında olmuş; bir yıl önce, bir yıl sonra, fark etmez."

"Şimdi sondan başlayarak kataloga bakalım; son elyazısı Malachi'nin; çok gotik bir yazı, görüyorsun. Çok az sayfa doldurmuş. Son otuz yılda manastıra çok kitap gelmemiş."

"Sonra titrek bir elyazısıyla yazılmış sayfalar geliyor; Bibbio'lu Roberto'nun hastayken attığı imzayı açık seçik okuyorum. Burada da az sayfa var." (131)

Sonra düzgün, güvenli bir elyazısıyla yazılmış sayfalar dolusu bir dizi kitap listelendiğini görerek Rimini'li Paulo'nun çok çalıştığını anlıyorlar. William kayıtları kimin tuttuğunu anlayarak geçmişin izini sürmeye çalışıyor. Gelişmeler hızlanıyor. Benno korktuğunu söylüyor:
"Korkuyorum William. Malachi'yi de öldürdüler. Şimdi gereğinden çok şey bilen benim. Hem sonra, İtalyanlar sevmezler beni. Yabancı bir kütüphaneci istemiyorlar artık." (132)

Adso, Malachi'yi ölüme götüren kitabın ilk sayfasını hatırlıyor:

"Arapça bir elyaz
masıyla başlıyordu; sonra Süryanice olduğunu sandığım bir elyazması, sonra Latince bir metin, en sonunda da Yunanca bir metin vardı." (133)

Abbone'nin şapelin üstündeki evinden Aedificium'un çizgileri görülebiliyor. Başrahip yorumluyor, anlatıyor:

"Güzel bir kale, orantıları, kemerin yapımını yöneten altın kuralı özetliyor. Üç kat üstüne kurulmuş; çünkü üç, kutsal üçlü sayısıdır; İbrahim'i ziyaret eden meleklerin sayısı üçtü; Yunus koca balığın karnında üç gün geçirmişti; İsa'yla Lazarus mezarda üç gün kaldılar; İsa, Baba'dan acı kadehi kendinden uzaklaştırmasını üç kez istedi; havarilerle birlikte dua etmek için üö kez saklandı. Petrus üç kez yadsıdı onu; İsa Diriliş'ten sonra havarilerine üç kez göründü."

"Ama dörtgen biçimi de, tinsel ders bakımından zengindir. Dört yön vardır; sonra mevsimler; dört temel öğe, sıcak, soğuk, nem, kuruluk; doğum, büyüme, olgunluk ve yaşlılık; gökyüzünde, karada, havada ve denizde yaşayan canlılar; gökkuşağını oluşturan renkler; şubatın dört yılda bir yirmi dokuz çekmesi."

"William Birader, sizden daha çok şey beklemiştim. Buraya geldiğinizden bu yana neredeyse altı gün geçti; bu altı gün içinde Adelmo'dan başka dört rahip daha öldü."

William konuşmanın bir yerinde başka bir ipucundan söz ediyor:

"Her şey, Finis Africae'de saklanmış olan bir kitabın çalınması ve ele geçirilmesinin çevresinde dönüyor; kitap şimdi Malachi'nin çabasıyla yerine döndü; ama gördüğünüz gibi cinayetlerin sonu gelmedi." (134)

Başrahip yüzüğünü oynatarak Adso'yu afallatmak istiyormuş gibi parıltısıyla gözlerini kamaştırıyor, taşların dilini anlatıyor:

"Jasper inancın, kalseduan acımanın, zümrüt arılığın, sardoniks el değmemiş yaşamın erincinin, yakut çarmıhta kanayan yüreğin simgesi; değişik pırıltıları Meryem'in mucizelerinin olağanüstü çeşitliliğini anımsatan krizolit; zirkon acımanın; ametist, pembe-mavi karışımıyla Tanrı sevgisinin simgesi."

"Papa III. Innocente için rubi dinginlik ve sabrı, granat merhameti dile getirir."

"Ermiş Brunone için akuamaren, duru ışınlarının erdeminde tanrıbilimi odaklaştırır."

"Turkuaz neşeyi dile getirir,; sardoniks serafimleri çağrıştırır; topaz melekleri, jasper tahtları, krizolit egemenlikleri, safir erdemleri, oniks erki, beril prenslikleri, rubi başmelekleri, zümrüt ise melekleri simgeler."

"Değerli taşların dilinin, yoruma ve içinde bulundukları bağlama göre değişen çok çeşitli biçimleri vardır."

"Peki hangisinin yorum, hangisinin doğru bağlam olduğuna kim karar verir?"

Abbone öpmesi için Adso'ya yüzüğünü uzatıyor. O günlerde işittiği, kuşkusuz yanlış olan şeyleri unutmasını istiyor:

"Tüm tarikatların en büyüğüne ve en soylusuna girdin sen; ben bu tarikatın bir Başrahip'iyim; sen de benim yargı erkime bağlısın. Buyruğumu dinle. Unut; dudakların sonsuza dek mühürlensin. Ant iç."

Adso okura neredeyse ant içeceğini açıklıyor:

"Duygulanmış, boyun eğmiş, kuşkusuz ant içerdim. Böylece, sen de, benim iyi okurum, benim gerçeklere bağlı olan bu öykümü şimdi okuyamazdın. Ama tam bu sırada William araya girdi."

Başrahip, William'a manastırdaki görevinin sona erdiğini söylüyor:

"Başlangıçta erdenlik andının çiğnenmesinin sözkonusu olduğuna inanıyordum ve (ne tedbirsizmişim) bir başkasının, günah çıkarma sırasında işittiğim şeyi doğrulamasını istiyordum."

"Yaptığınız, ya da yapmaya çalıştığınız şey için size büyük bir gönül borcu duyuyorum. Heyetlerin buluşması gerçekleşti; buradaki göreviniz sona erdi. İmparatorluk sarayında sizi sabırsızlıkla beklediklerine inanıyorum; sizin gibi bir insandan uzun süre yoksun kalınamaz. Manastırdan ayrılmanıza izin veriyorum."

"Doğal olarak, soruşturmalarınızı sürdürmeniz gerekmez."

Adso daha sonra William'a Abbone'nin davranışının nedenini sorunca William önce durumu Adso'nun yorumlamasını istiyor, sonra açıklıyor, kızıyor:

"Her iki durumda da Başrahip'imiz, manastırının ünü için kaygılanıyor. İster katil olsun, ister kurban, bu kutsal topluluğun ününü zedeleyecek haberlerin bu dağların ötesine sızmasını istemiyor. Dilerseniz rahiplerini öldürün, ama bu manastırın ününe dokunmayın."

"Siz basit insanlar değilsiniz, onların çocukları da değilsiniz. Bir köylüye rastlarsanız belki onu tarikatınıza alırsınız; ama dün gördüm, onu laik makamlara teslim etmekte duraksamazsınız. Ama içinizden birine yapmazsınız bunu: Üstünü örtmek gerek; Abbone manastırının onurunu kurtaracağını bilse, o sefili bulur, hazine mahzeninde bıçaklar, böbreklerini kutsal andaçların arasına karıştırır; yeter ki manastırın onuru kurtulsun. Bir Fransisken'in, hakltan bir Minorit'in bu kutsal yapıdaki yılan yuvasını ortaya çıkarmasına sıra gelince, yo, hayır, bu Abbone'nin ne pahasına olursa olsun izin vermeyeceği bir şeydir."

"Artık karşı karşıya bulunduğum sorun yalnızca benimle Abbone arasında değil; benimle tüm olanlar arasında; bunu öğrenmeden bu duvarlardan dışarı çıkmayacağım." (135)

Benno gelip yazı salonunda bir kaynaşma olduğunu, kimsenin çalışmadığını, aralarında konuştuklarını söyleyip ne olduğunu sorunca William açıklıyor:

"Olan şu: Bu sabaha değin en kuşkulu görünen kimselerin tümü de öldü."

"Şimdi kimden sakınacaklarını bilmiyorlar; hemen kendilerine bir düşman bulmaları gerek, ya da bir günah keçisi." (136)

Adso, her zamankinden daha sessiz ve hüzünlü akşam yemeğinde Alinardo ve Jorge'nin hala gelmemiş olduğunu belirtiyor. (137)

William ve Adso kilise kapısının yakınındaki bir sütünun arkasından şapeli gözleyerek bekliyorlar, konuşuyorlar. Adso'nun bir sözü üzerine William "Tanrı seni kutsasın, Adso" diyor:

"Ne aptalım. Oğlum, bugün ikinci kez ağzından akıl dökülüyor, birincisi düşte, ikincisi de şimdi." (138)

Adso yedinci güne dönmek üzere olan gecenin yarısında finis Africae'ye girmiş olduklarını söylüyor. (139)

....


YEDİNCİ GÜN başlangıcında Adso her bölümün girişinde verilen özeti yazamamış, "Burada anlatılan olağanüstü açıklamaları özetlemek, bölüme eşit uzunlukta bir başlık olurdu; bu da alışılagelene ters düşer" demiş.

Bir yazıda da kitapta olayların çözüldüğü bölümü anlatmak doğru olmayabilir. Kimden, nereden ve ne zaman geldiğini, doğru olup olmadığını belirtmeden soyutlanmış bazı bilgi parçacıkları vermenin sakıncasıysa pek bulunmayabilir.

"Başrahip öldü."

"Kitaplığın hazinelerinin ve sınırlarının ne olduğunu hiçbir zaman kesin olarak anlamadı."

"Finis Africae'nin herkese açılmasını istedi."

"Ötekilerden daha iyiydin sen; ne olursa olsun çözüme varacaktın. Biliyorsun, düşünmek ve karşısındakinin düşüncelerini kafanda yeniden oluşturmak yeter."

"Belki de ona, Berengar'ın Severinus'la ilişkisi olduğunu, Severinus'a ödül olarak finis Africae'den bir kitap verdiğini söyledin."

"İçinde bir Arapça, bir Süryanice metin ve Coena Cypriani'nin bir yorumunun ya da çevriyazısının bulunduğu cildin son nüshasını görmek istiyorum."

"Senin gibi bir adam bir kitabı yok etmez; onu yalnızca korur ve hiç kimsenin ona dokunmaması için önlem alır."

"Aristo'nun Poetica'sının ikinci kitabını da görmek istiyorum; herkesin yittiğini ya da hiçbir zaman yazılmamış olduğunu söylediği, belki de biricik nüshasını senin sakladığın kitabı." (140)

"Birinci kitapta tragedyayı ele almış, acıma ve korku esinleyerek, nasıl bu duygulardan arınma sağladığını görmüştük. Söz verdiğimiz gibi, şimdi de güldürüyü (aynı zamanda hiciv ve mimi) ele alacak ve gülünç olandan zevk almayı esinleyerek, bu duyguyu sonunda nasıl arıttığını göreceğiz." (141)

"Gülmeye karşı yağdırdığın lanetler ya da başkalarıyla yaptığın tartışmalara ilişkin olarak öğrenebildiklerim benim için yeterli değildi kuşkusuz. Venantius'un bıraktığı bazı notlar yardımcı oldu bana."

"Aristo gülme eğilimini iyi bir güç olarak görüyor."

"Sanırım Venantius uzun süredir bu kitabı arıyordu."

"Ama finis Africae'ye nasıl girileceğini bilmiyordu. Berengar'ın Adelmo'ya bundan söz ettiğini işitince, bir tavşanın izi üstündeki bir köpek gibi ileri atıldı."

"O anda ölümcül bir savaşım için donanmış olan bu iki adamın sanki salt birbirlerinin beğenisini kazanmak için davranmışlar gibi birbirlerine hayranlık duyduklarının ürpererek bilincine vardım."

"Berengar'ın Adelmo'yu baştan çıkarmak için sergilediği oyunların ve kızın bende istek ve tutku uyandırmak için giriştiği basit ve doğal davranışların, zeka ve karşısındakini altetme yeteneği bakımından, bu iki adamın yedi günde çözülmüş olan kışkırtma eyleminin yanında hiç kaldığı düşüncesi geçti aklımdan."

"Yaratılış kitabı, evrenin oluşumu konusunda bilinmesi gereken her şeyi söylüyor; ama Filozof'un fizik kitaplarının yeniden keşfedilmesi, evrenin donuk ve yapışkan bir maddeden yapıldığının tasarlanmasına, Arap İbni Rüşt'ün, dünyanın sonsuzluğuna herkesi inandırmasına yetti."

"Burada gülmenin işlevi tersine dönüyor, sanat düzeyine yükseltiliyor; bilginler dünyasının kapıları gülmeceye açılıyor; böylece gülme, felsefenin ve hain tanrıbilimin konusu oluyor."

"Bu kitap insanın kendisini Şeytan korkusundan kurtarmasının bilgelik olduğunu öğretebilir."

"Bu kitap insanın, (sizin Bacon'ınızın doğal büyüye ilişkin olarak önerdiği gibi) yeryüzünde Cockaigne ülkesinin bolluğunu isteyebileceği düşüncesini doğurabilir."

"Uşaklar yasa koyacak, biz de hiçbir yasanın olmadığı yerde o yasaya boyun eğeceğiz."

"Bunlar bizi korkutmaz; her şeyden önce onları nasıl yok edeceğimizi, daha doğrusu, onların kendi aşağılıklarının çukurlarından doğan ölme isteğini nasıl pervasızca doruk noktasına yükselterek kendi kendilerini yıkmalarına nasıl izin vereceğimizi biliyoruz."

"Bir gün biri 'Tanrı'nın bir insan olarak ortaya çıkmasına gülebilirim' diyebilirse."

"Şeytan ruhun küstahlığıdır; gülümseyişten yoksun inanç, hiçbir zaman kuşkuya kapılmayan gerçektir o."

"Sen Şeytan'dan da kötüsün, Minorit." (142)

"Ermiş Augustine'in öyküsünü anımsadım; denizin suyunu bir kaşıkla boşaltmaya çalışan bir çocuk görmüş; çocuk bir melekmiş; tanrısal doğanın gizemlerini anlamak isteyen bir ermişi alaya almak için böyle davranıyormuş." (143)

"Tanrı'nın evi, göksel Yeruşalem gibi böbürlendiği taşlar sayesinde güzel ve iyi korunmuş görünür."

"Kilise kısa zamanda ateş aldı."

"Herkes kilisedeki yangını söndürmek istiyordu, ama artık hiç kimse bunun nasıl yapılacağını bilmiyordu." (144)

"Felsefeye duyduğu nefretin çarpıttığı o yüzde, ilk kez Deccal'in portresini gördüm."

"Deccal dindarlığın kendisinden, aşırı Tanrı ya da gerçek sevgisinden doğabilir."

"Peygamberlerden kork Adso, gerçek uğruna ölmeye hazır olanlardan da; çünkü onlar genellikle birçok başka insanı da kendileriyle birlikte ölmeye sürüklerler."

"Evrende hiçbir düzen olmadığını iyi bilmem gerekiyordu."

Sonunda Adso soruyor:

"Tanrı'yla evrendeki ilk kargaşa arasında ne fark var?" (145)

....


Kitap, manastırın üç gün üç gece yandığını bildirerek başlayan son bir yaprakla bitiyor.

Adso anlatmayı sürdürüyor. İmparator'un kötü haberini aldıklarını, Roma'ya varınca ona halk tarafından taç giydirildiğini, Ioannes'le anlaşmanın olanaksız olduğunu görünce bir karşı-Papa seçtiğini, Nicola V. Marsilius'un Roma'da İmparator'un manevi vekilliğine atandığını, Ioannes'in sapkın olduğunu ilan ettiklerini, ama ertesi yıl Anti-papa Nicola'nın Ioannes'e boyun eğip boynuna bir ip dolayarak onun karşısına çıkacağını söylüyor.

Adso yıllar sonra manastıra yeniden gidiyor.

"Bir zamanlar yöreyi süsleyen o büyük ve görkemli yapılardan geriye yalnızca dağınık yıkıntılar kalmıştı; Roma kentinde, eski putatapanların anıtları gibi. Duvar parşalarını, sütunları, yangının dokunmadığı birkaç baştabanı sarmaşıklar bürümüştü."

"Yosunla yeşillenmemiş her şey hala onlarca yıl öncesinin isiyle karaydı."

"Döküntüleri karıştırırkeni ara ara yazı salonuyla kitaplıktan uçuşmuş ve toprağa gömülü hazineler gibi ayakta kalmış parşömen parçaları buluyordum; bir kitabın yırtılmış parçalarını birleştirecekmişim gibi onları toplamaya başladım."

"Bir duvar boyunca, bir mucizeyle hala dimdik ayakta kalmış bir kitap dolabı buldum."

"Dönüş yolculuğum sırasında ve daha sonra Melk'te, bu kalıntıları çözebilmek için saatler harcadım. Çoğu kez, bir sözcükten ya da bir resimden, yapıtın ne olduğunu çıkarabiliyordum. Zamanla o kitapların başka nüshalarını bulunca, onları sevgiyle okuyordum..." (146)

....

William ve Adso'nun manastırdaki yedi gününde gözüme çarpan ayrıntıları, belki de içerdiği bilginin zenginliği nedeniyle alıntı sınırlarını gereğinden çok fazla zorlayarak, yukarıda aktarmaya çalıştım.

Oldukça uzun bir yazı oldu, Kuşkusuz kitaptaki düşünceleri, olayları, kişileri, yaklaşımları tümüyle kavramak ve özetlemek hiç kolay değil. Yeniden ve yeniden okunabilecek ve her geçişte yeni izler bırakabilecek, farklı yollar açabilecek bir kitap.

Bir yazıda "Oy verme hakkına sahip herkes en az bir polis romanını anlayarak okuyabildiğinde seçim sonuçları mı, seçime katılan partiler ve adaylar mı, yoksa yaşamla ve seçimlerle ilgili ne varsa tümü mü değişir?" diye sormuştum. (147)

Herkes okuduğunda Türkiye ve dünya için daha güzel bir yaşam kurulmasına katkı sağlayacak bir kitap olabilir mi?

Belki de Gülün Adı; bir köy, bir kasaba, bir kent, bir ülke, bir dünya okuduğunda geleceği değiştirebilecek bu kitaplardan biri olabilir.

Gülün Adı için bir polisiye roman ya da suç romanı denebilir mi bilmiyorum. Ama kitap, içindeki yaklaşıma ve düşüncelere katılanlar ve katılmayanlarca okundukça, içeriğinde yaşanan deneyimleri anlayarak kendi yorumlarını geliştirmeye çalışanların sayısı arttıkça, farklı bölgelerden ve açılardan bakarak öncekileri aşan kitaplar yazıldıkça, Türkiye'nin ve dünyanın yeni ve daha aydınlık bir geleceğe yaklaşacağı düşünülebilir.

İnsanları bayraklar ve bayraklaşan kitaplar birleştirdiğinde herkes yalnızca tek bir yöne yürüyebilir, gelişme süreklilik kazanamaz. Oysa farklılıkları açıklayan kitaplar her yana ve her kesime seslenerek kişisel ve toplumsal gelişmenin geçmişten geleceğe uzanan yollarını anlatabilirse, günümüzün iletişim ortamıyla buluşup geniş ve çeşitli kesimlere ulaşabilirse, kendilerini ve birbirlerini anlayarak öğrenmeyi öğrenecek yeni insanlar eksiklerini tamamlayabilirler, yaşamlarına yeni değerler katabilirler.

....



Gülün Adı'ndan önce ve sonra Umberto Eco. Kimdi, ne yapmak istedi, ne yaptı?

Gülün Adı ve Umberto Eco için şöyle bir özet verilmiş:

" 'Gülün Adı' adlı bu dev romanıyla bir anda dünyanın dört bir yanında ünlenen İtalyan yazarı Umberto Eco, aslında çok yönlü bir bilimadamı. İtalya'da, Bologna Üniversitesinde öğretim üyesi, semiolog, tarihçi; filozof, estetikçi, ortaçağ uzmanı ve James Joyce üzerine derin araştırmalar yapmış biri. Umberto Eco'nun bu ilk romanı, 1980'de İtalya'da ilk yayımlanışından bu yana sayısız basım yaptı ve dünyanın pek çok diline çevrildi. Dünyada olağanüstü bir ilgi uyandıran bu romanın yankıları hala sürüyor. Filmi de dünyada büyük yankılar uyandırdı. Bu romanın başarısında, kuşkusuz, yazarın ortaçağ konusunda derin ve dolaysız bilgisinin büyük payı var. Tam anlamıyla ve her bakımdan ortaçağ dünyasını yansıtmakla birlikte "Gülün Adı" kesinlikle çağdaş bir roman; çağdaş romana yepyeni ve uzun soluk getiren özgün bir roman. Bir anlamda ortaçağda geçen, Hıristiyanlık düşüncesini tartışan tarihsel bir roman, bir anlamda da ustaca kurulmuş polisiye ve sürükleyici bir öykü. Ve en önemlisi olağanüstü bir dil ve benzeri az bulunur bir sanat yapıtı. Bu ünlü romanı İtalyanca aslından başarıyla Türkçeye çeviren Şadan Karadeniz'in titiz ve uzun çalışmasını da burada hayranlıkla belirtmemiz gerekiyor. Umberto Eco'nun yayınlarımız arasında çıkan ikinci dev romanı 'Foucault Sarkacı' da, 'Ortaçağı Düşlemek' adlı deneme kitabı da yine Şadan Karadeniz'in çevirisi..." (148)


Umberto Eco ve kitaplarıyla, Jean-Jacques Annaud'nun "Gülün Adı" filmiyle (149) ilgili kaynaklara ulaşmak zor değil. Değişik kaynaklarda yaşamını ve yapıtlarını konu alan kitaplar ve yazılar bulunabiliyor. Kitabın konusunu, karakterlerini, tarihsel bağlantılarını ve yazarın yaşamını kısaca özetleyen bilgilere de; ayrıntılı çözümleme ve değerlendirmelere de rastlanabiliyor. Felsefe kitaplarının listesi veriliyor, bir "Bondolog" olduğu belirtiliyor. (150, 151)

Bir insanın kim olduğunu, ne yapmak istediğini ve ne yaptığını kendisi bile tam olarak bilemeyebilir. Ortaçağ Umberto Eco'nun bilincinde bu denli önemli bir yer tutmasa, günümüzün olaylarına bakışı ve anlatma biçimi farklı olabilirdi. "Gülün Adı" yazılsa bile, bu gülün değil, bambaşka bir gülün yansımaları olabilirdi.

Ama işte Gülün Adı Umberto Eco'nun bilincinden süzülüp yansıyarak sözcüklerle insanlara ulaştı. Sinemaya da uyarlandığı için yazının sınırlarının dışında kalanlara da bir ölçüde ulaşabildi.

Umberto Eco yeni başlıklarla yeni kitaplar yazdı. Gülün kaç adı vardır? Onları bulmaya kaç yaşam yetebilir?

....

Çevirmen Şadan Karadeniz'in özgeçmişi şöyle verilmiş:

"Şadan Karadeniz 1931'de Trabzon'da doğdu. DTCF'nin İngiliz Dili ve edebiyatı Bölümü'nü bitirdikten sonra BBC Türkçe Yayınlar bölümü ve TRT'de program uzmanlığı, Türk Tarih Kurumu'nda uzman çevirmenlik yaptı. Adını, Umberto Rco'dan yaptığı Gülün Adı ve Foucault Sarkacı romanlarının başarılı çevirileriyle duyurdu. Çeviri etkinliklerinin yanı sıra özgün yapıtlara yönelerek 1998' de Uçan Kaçan Sözcüklerin Ardında-Bir Çevirmenin Güncesi adlı kitabı, 1999'd Gelgitler adlı "novella"sını yayımlayan Şadan Karadeniz , Ölümsüz Adagio'lar1da, yılların birikimini "deneme"ye taşıyan bir yazar kimliğiyle çıkıyor okurlar karşısına."

Dergilerde yer alan "Eleştiride Öznellik", "Manganelli'yle olanaksız bir söyleşi", "Giorgio Manganelli, "Düzyazının ince sesisini duyuran yazar", "uy ya da öl", "Ölü Sözcükler", "Yinelenen işkenceler", "Bir gemi yolculuğu", "Bir Bilinç Akışı Denemesi" gibi yazıları listelenmiş. "Yazın Uçurumunun Kıyısında; Nursel Duruel:Şadan Karadeniz'le söyleşi" konmuş.

Şadan Karadeniz'in çevirdiği yazarlar arasında Umberto Eco dışında Katherine Mansfield, Henri Pirenne, Tim Cornell, Carlos Fuentes, Georges Simenon, Elsa Morante, Sylvia Plath, Luigi Pirandello, Fernando Savater, giovanni Papini, Gabriel Garcia Marquez, Giorgio Manganelli, Marcus Aurelius ve Randa Ghazy yer almış.
Kitaplarıysa "Uçan Kaçan Sözcüklerin Ardında", "Gelgitler", "Ölümsüz Adagio'lar", "Fındık Faresiyle Bilgisayar Faresi,Bilgisayar Öyküleri", "Oyuncular ve Seyirciler, Yapı Kredi Yayınları", "Bir Dönem Bir Yaşam, Raif Karadeniz'in Yaşamı" olarak belirtilmiş.

"Uçan Kaçan Sözcüklerin Ardında", "14 Aralık 1994, Ankara" notuyla şöyle tanıtılmış:
"İnsanların ölümü, hayvanların ölümü, doğanın ölümü, giderek evrenin termik ölümü. Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz, zaman geri getirilemez, durdurulamaz da,bir ırmak gibi akıp gider, tüm canlılar bu akıp giden zaman içinde bir gelişim, giderek bir bozulma, yozlaşma, bir yok oluş, sürecinden geçer; kaçınılmaz, değiştirilemez,ondurulmaz bir yok oluş sürecinden. Zamanı, ölüme göre tanımlarsak, onun insanlar için bir yaşam süreci olduğunu bile söyleyebiliriz. Dünyaya adım attığımız andan başlayan, canın tenden çıktığı ana kadar süren bir ölüm süreci."

"Ölümsüz Adagio'lar" tanıtımında maskeler yer almış:
"Zaman içinde gelişip çeşitlenen, değişik işlevler edinen maskelerin alabildiğine geniş bir yelpazesi var: ölü gömme, bereketlilik sağlama gibi dinsel ya da toplumsal törenlerde kullanılan tören maskelerinden eğlencelerde ya da gösteri sanatlarında kullanılan maskelere, maskeli balolarda, tiyatroda kullanılan maskelere,balolarda, gaz maskelerinden mikroplardan korunmak için yüze takılan sterilize maskelere, ameliyat sırasında cerrahların taktıkları maskelerden kar maskelerine,hırsızların yüzlerine taktıkları maskelere, bir katilin bir casusun,bir gizli örgüt üyesinin,bir teröristin tanınmamaları için ameliyatla değiştirilen yüzlerine dek. Bu arada, palyaçoyu da unutmamak gerekir: acılı bir yüreği gizleyen gülünç bir maskedir palyaçonunki."



"Fındık Faresiyle Bilgisayar Faresi" tanıtımında yazılmak istenen bir öykü var:
"Yazmak istediği öykü patlamayacaktı; öyle görünüyordu. Bunun başlıca nedeni de, aceliciliğiydi. Yeterince beklememişti zihninde biçimlenmesini. (...) Dosyayı kapattı. Sonra zihnini yazılmamış,yazılamamış öyküden kurtarabilmek için konu değiştirmeye karar verdi. Başka bir dosya açmak istedi. İlkin bulamadı aradığı dosyayı."Bul" komutunu verdi sonra. Ulaşmak istediği dosyanın simgesi, alt alta iki kez belirdi beyazcamda. Simgelerin karşısında şu sözcükler yazılıydı; şu komut sözcükleri: 'uy,ya da öl'.

Kendisine yönelik bir ileti gibi algıladı bunu: Ama burada ölmesi gereken kimdi? Bir türlü yazılmak bilmeyen öykü mü, öykünün suyuna gitmeyen, gereklerine uymayan, uyamayan kendisi mi, karar veremedi önce. Öyle de böyle de, aynı kapıya çıkar diye düşündü sonra. Bir öykünün ölümü, biraz da yazarının ölümü değil midir?"

"Oyuncular ve Seyirciler", etkinliği ve edilginliği sorgulamış:
"Oyuncularla seyircileri birbirinden ayıran temel özellik; oyuncuların etkin, seyircilerinse edilgin olmaları, daha çok, öyle olduklarının düşünülmesidir. Ama gerçekten öyle midir? Oyuncular etkin, seyirciler edilgin midir? Sinemada olsun, tiyatroda olsun, oyuncular bir kurmaca yapıtın içinde yer alan kişileri canlandıran, bir rol oynayan kişiler, sanatçılardır. Rolsüz oyuncu düşünelemez kuşkusuz. (...) Seyirci, adı üstünde, bu etkinliği seyreden, izleyen kişidir. Ama ne tür bir izlemektir bu? Seyircinin de, tıpkı oyuncu gibi, bir rol'ü yok mudur? Sahnede olup bitenlere, bir akarsuyun kıyısında oturmuş, önünden akıp giden yaşama bakar gibi mi bakar yalnızca? (...) Seyirci, yerine göre meraklı, yerine göre ilgili, yerine göre duyguludur oyun ya da film boyunca, kurmaca bir dünyanın, kurmaca kişilerin karşısında olduğunu bile bile, zaman zaman kendisini perdeden ya da sahneden ayıran uzaklığı aşar, kendini oyun kişilerinin arasında bulur, ucundan kıyısından onların dünyasına girer; giderek kendini onlarla özdeşleştirir; hatta oyuncu bile sanabilir kendini. Seyirciyken oyuncu olur böylece."

"Bir Dönem Bir Yaşam,Raif Karadeniz'in Yaşamı" tanıtımında, Karadeniz bölgesindeki ağız farklılıklarına değinilmiş:
Karadeniz bölgesinde, farklı yöreler, hatta birbirine çok yakın yerleşim yerleri arasında bile ağız farkları vardır. Babamın dostu, hemşerisi, milletvekilliği yapmış, dile, kökenbilime meraklı Ömer Hocaoğlu şöyle açıklamıştı, birbirine böylesine yakın olan Vakfıkebir'le Beşikdüzü'nde konuşulan Türkçenin neden bu denli farklı olduğunu, Vakfıkebir Türkçesinde yığınla Rumca ya da Rumca kökenli sözcük varken, dahası Trabzon'un Tonya ilçesinin bazı köylerinde bir zamanlar yalnızca Rumca konuşulurken, Beşikdüzü'nde neden neredeyse hiç Rumca sözcüğe rastlanmadığını: "Beşikdüzü halkı Çepni kökenlidir; Çepniler bir Türk boyudur, katıksız Türkçe konuşurlar. Vakfıkebir'de ise Pontus Rumcasının belirgin bir etkisi vardır." (152)

Açıkçası, gülün adını bir başka dilde bulup yaratabilmek, tüm birikimini kullanarak onu kendi dilinde yazmış olan yazarın işinden kolay olmayabilir.

....


Umberto Eco sitesinde bir alıntı var.

"İnsanlar tanrıya inanmayı bıraktıklarında bu, hiçbir şeye inanmadıkları değil, her şeye inandıkları anlamına gelecektir."

İnsanların tanrının onları doğanın ve evrenin sınırlarında beklediğini anlamaları, ona ve kendilerine gerçekten inanmayı öğrenmeleri için; kaç ortaçağ karanlığı yaşanması gerekir?


1. Umberto Eco, Gülün Adı, Türkçesi Şadan Karadeniz, Can Yayınları, 1986.
2. Gülün Adı, Sayfa 9
3. Gülün Adı, Sayfa 11
4. Gülün Adı, Sayfa 12-15
5. Gülün Adı, Sayfa 16-17

6. Gülün Adı, Sayfa 18-24
7. Gülün Adı, Sayfa 27
8. Gülün Adı, Sayfa 28
9. Gülün Adı, Sayfa 29
10. Gülün Adı, Sayfa 29-30

11. Gülün Adı, Sayfa 31
12. Gülün Adı, Sayfa 31-34
13. Gülün Adı, Sayfa 35
14. Gülün Adı, Sayfa 36-37
15. Gülün Adı, Sayfa 41

16. Gülün Adı, Sayfa 43
17. Gülün Adı, Sayfa 44-46
18. Gülün Adı, Sayfa 56-57
19. Gülün Adı, Sayfa 59
20. Gülün Adı, Sayfa 60

21. Gülün Adı, Sayfa 61
22. Gülün Adı, Sayfa 62-63
23. Gülün Adı, Sayfa 66
24. Gülün Adı, Sayfa 69-71
25. Gülün Adı, Sayfa 77

26. Gülün Adı, Sayfa 79
27. Gülün Adı, Sayfa 80-86
28. Gülün Adı, Sayfa 95-97
29. Gülün Adı, Sayfa 99-103
30. Gülün Adı, Sayfa 107-109

31. Gülün Adı, Sayfa 113-115
32. Gülün Adı, Sayfa 123
33. Gülün Adı, Sayfa 128
34. Gülün Adı, Sayfa 132-140
35. Gülün Adı, Sayfa 143

36. Gülün Adı, Sayfa 155
37. Gülün Adı, Sayfa 164-169
38. Gülün Adı, Sayfa 174-176
39. Gülün Adı, Sayfa 181-183
40. Gülün Adı, Sayfa 185

41. Gülün Adı, Sayfa 187-189
42. Gülün Adı, Sayfa 191-192
43. Gülün Adı, Sayfa 194-195
44. Gülün Adı, Sayfa 196
45. Gülün Adı, Sayfa 197

46. Gülün Adı, Sayfa 199-201
47. Gülün Adı, Sayfa 206-207
48. Gülün Adı, Sayfa 210
49. Gülün Adı, Sayfa 211
50. Gülün Adı, Sayfa 212

51. Gülün Adı, Sayfa 213
52. Gülün Adı, Sayfa 214
53. Gülün Adı, Sayfa 215
54. Gülün Adı, Sayfa 218
55. Gülün Adı, Sayfa 219

56. Gülün Adı, Sayfa 220-221
57. Gülün Adı, Sayfa 222
58. Gülün Adı, Sayfa 223
59. Gülün Adı, Sayfa 227-228
60. Gülün Adı, Sayfa 229-230

61. Gülün Adı, Sayfa 233
62. Gülün Adı, Sayfa 238
63. Gülün Adı, Sayfa 246-247
64. Gülün Adı, Sayfa 251
65. Gülün Adı, Sayfa 255

66. Gülün Adı, Sayfa 261
67. Gülün Adı, Sayfa 262
68. Gülün Adı, Sayfa 263
69. Gülün Adı, Sayfa 268-274
70. Gülün Adı, Sayfa 280-281

71. Gülün Adı, Sayfa 282-283
72. Gülün Adı, Sayfa 285
73. Gülün Adı, Sayfa 286-287
74. Gülün Adı, Sayfa 288
75. Gülün Adı, Sayfa 289

76. Gülün Adı, Sayfa 291
77. Gülün Adı, Sayfa 292
78. Gülün Adı, Sayfa 294
79. Gülün Adı, Sayfa 296-297
80. Gülün Adı, Sayfa 298

81. Gülün Adı, Sayfa 301-303
82. Gülün Adı, Sayfa 306
83. Gülün Adı, Sayfa 310
84. Gülün Adı, Sayfa 313-319
85. Gülün Adı, Sayfa 321-334

86. Gülün Adı, Sayfa 337-338
87. Gülün Adı, Sayfa 343-350
88. Gülün Adı, Sayfa 352-363
89. Gülün Adı, Sayfa 371-373
90. Gülün Adı, Sayfa 375

91. Gülün Adı, Sayfa 380-385
92. Gülün Adı, Sayfa 387-388
93. Gülün Adı, Sayfa 391-393
94. Gülün Adı, Sayfa 395-400
95. Gülün Adı, Sayfa 401-404

96. Gülün Adı, Sayfa 406-407
97. Gülün Adı, Sayfa 412-422
98. Gülün Adı, Sayfa 425-427
99. Gülün Adı, Sayfa 433-435
100. Gülün Adı, Sayfa 438-449

101. Gülün Adı, Sayfa 454-462
102. Gülün Adı, Sayfa 465-466
103. Gülün Adı, Sayfa 472-475
104. Gülün Adı, Sayfa 477
105. Gülün Adı, Sayfa 479-480

106. Gülün Adı, Sayfa 483-485
107. Gülün Adı, Sayfa 490-491
108. Gülün Adı, Sayfa 494-496
109. Gülün Adı, Sayfa 498-499
110. Gülün Adı, Sayfa 501-503

111. Gülün Adı, Sayfa 508-510
112. Gülün Adı, Sayfa 517
113. Gülün Adı, Sayfa 523-524
114. Gülün Adı, Sayfa 534
115. Gülün Adı, Sayfa 538

116. Gülün Adı, Sayfa 541
117. Gülün Adı, Sayfa 545-554
118. Gülün Adı, Sayfa 556-559
119. Gülün Adı, Sayfa 562-563
120. Gülün Adı, Sayfa 565

121. Gülün Adı, Sayfa 568
122. Gülün Adı, Sayfa 573-575
123. Gülün Adı, Sayfa 577-579
124. Gülün Adı, Sayfa 583-584
125. Gülün Adı, Sayfa 586-590

126. Gülün Adı, Sayfa 592-593
127. Gülün Adı, Sayfa 595-596
128. Gülün Adı, Sayfa 599-601
129. Gülün Adı, Sayfa 603-605
130. Gülün Adı, Sayfa 606-609

131. Gülün Adı, Sayfa 611
132. Gülün Adı, Sayfa 613
133. Gülün Adı, Sayfa 615
134. Gülün Adı, Sayfa 617-620
135. Gülün Adı, Sayfa 622-626

136. Gülün Adı, Sayfa 628
137. Gülün Adı, Sayfa 631
138. Gülün Adı, Sayfa 635
139. Gülün Adı, Sayfa 638
140. Gülün Adı, Sayfa 641-644

141. Gülün Adı, Sayfa 647
142. Gülün Adı, Sayfa 652-661
143. Gülün Adı, Sayfa 673
144. Gülün Adı, Sayfa 676
145. Gülün Adı, Sayfa 678-681

146. Gülün Adı, Sayfa 685-689
147. Mehmet Arat, Gerçeğin Katli ve Ölümün Sardığı Yaralar, http://www.sanatlog.com/edebiyat/gercegin-katli-ve-olumun-sardigi-yaralar/
149. Jean-Jacques Annaud, Der Name der Rose, http://www.imdb.com/title/tt0091605/
151. Umberto Eco, http://www.umbertoeco.com/
152. Şadan Karadeniz, http://sadankaradeniz.com/